PABLO NERUDA VE IL POSTİNO (POSTACI) 1994 FİLMİ İNCELEMESİ / SİNEMADA ŞİİRSEL ANLATIM

PABLO NERUDA  (1904 – 1973)

 
      Asıl adı Ricardo Eliezer Neftali Reyes Basoalto olan şair ve yazar Pablo Neruda, 12 Temmuz    1904 tarihinde Şili- Parral’da dünyaya gelmiştir. Şilili şair Neruda, toplumsal ve siyasal şiirleriyle Latin Amerika edebiyatının dünyada itibar kazanmasını sağladı. Canto General adlı epik şiir dizisiyle kendi kıtasının tarihini ve şimdiki zamanını yansıttı.

Latin Amerika’nın şiirsel sesi Neruda, Neftali Ricardo Reyes Basoalto adıyla 12 Temmuz 1904’de Güney Şili’de dünyaya geldi. Babası lokomotifçi, doğumundan hemen sonra ölen annesiyse öğretmendi. Neruda henüz 15 yaşındayken yurdunun taşra gazetesindeki edebiyat eklerini düzeltmekle görevlendirildi. Bu dönemde, Çekoslovakyalı şair Jan Neruda’ya olan hayranlığından dolayı Pablo Neruda takma adını aldı. 1924’te ilk şiirleriyle bir edebiyat yarışmasını kazanarak bir bursa layık görüldü. Santiago’da üç yıl Fransız edebiyatı öğrenimi gördükten sonra gazeteci olarak çalışmaya başladı.

1924: Veinle poemas de amor

Neruda’nın ilk şiir derlemesi Crespıısctılario adı altında 1923 yılında çıktı. Bir yıl sonra yayınlanan Veinte poemas de amour y una cancion desesperada (Yirmi Aşk Şiiri ve Umutsuz Bir Şarkı) Latin Amerika’nın en çok satış yapan şiir kitabı oldu. Neruda bir aşk öyküsünü fon alarak aynı anda bir şehvet objesi, sığınılabilecek bir liman ve kozmik bir güç olan kadına bir od yazdı.

1927-36: Diplomat

1927’de diplomatlık kariyerini seçen Neruda, altı yıl boyunca Güneydoğu Asya’da konsolosluk yaptı. Bu bölgedeki toplumsal sorunlar yüzünden ömrünün “en çok acı veren dönemi” olarak nitelendirdiği bu zaman içinde Kesidencia en la tierra (Yeryüzünde Konaklama, 1935) adlı iki ciltlik yapıtını verdi.

Eski şiirlerinin melankolisi dünyadaki acıların doğrudan doğruya anlatımına yer           verdi burada. Kendine özgü metriği ve dili de ana konusu olan yozlaşmaya uygundu.       Neruda, katı mısra ve şiir biçimlerine yer vermeyip her şiiri kendine özgü bir ritimle yazmıştı. 1934’te İspanya’ya giden Neruda, burada sembolizm, sürrealizm ve füturizm etkisinde kalan  1927   Nesli adlı şair topluluğuna katıldı. İç Savaş patlayınca Neruda Franco’ya karşı çıktığı için diplomatik hizmetten çıkarıldı. İç Savaşın üzüntüsü içinde 1937’de Espana en el corazon (İspanya Gönüllerde) adlı şiir kitabını yayınladı.

1950: Canto General

1939’da diplomatlık mesleğine geri dönen Neruda, başkonsolos olarak Meksika’ya gitti     ve bu görevini 1943’e kadar sürdürdü. Altı yıl sonra Şili Komünist Partisi’ne girerek senatör oldu. Başkan  Gonzalez  Videla’yı eleştirmesi üzerine hükümeti tarafından 1948’de devlet düşmanı ilan edildi ve gıyabi bir tutuklama emriyle arandı. Rahip kılığında Arjantin’e kaçmayı başardı. İzleyen yıllarda Batı Avrupa’da, Sovyetler Birliği’nde ve Çin’de yaşamını sürdürdü. 1950’de Canto General (Evrensel Şarkı) adlı şiirler dizisi çıktı. Suçlama ile duygudaşlığın egemen olduğu bu ilahi havalı yapıtıyla Neruda, Latin Amerika’yı mitleri     ve tarihiyle, doğası    ve politik/sosyal durumlarıyla bir bütün olarak yansıtmaya çalıştı. Tarihe Marksist bir görüş açısı getirerek Stalin’e olan hayranlığını da hiç saklamadı.

5O’li Yıllar: Bilinçli Bir Yalınlık

1952’de Şili’ye dönen Neruda başka bir ad altında Los versos del Capitan’ı (Kaptanın Dizeleri) adlı şiir kitabını yayınladı. Ancak on yıl sonra bu yapıtın yazarı olduğunu açıkladı. Bunun nedeni, 1955 yılında üçüncü evliliğini yaptığı Matilde Urrutia’ya aşkını şiirlerle ilan ederken bir önceki karısını incitmek istememesidir. Neruda yapıtlarında giderek daha önce kullandığı, anlaşılması güç mecazlardan (simgelerden) vazgeçti. Böylelikle insanın var oluşunun bir envanteri olan Odas elementares (Temel Odlar, 1954), Nuevas odas elementares (Yeni Temel Odlar, 1956) ve Tercer libro de las odas (Üçüncü Odlar Kitabı, 1957) adlı yapıtlarındaki dizeler çoğunlukla bir ve iki heceli sözcüklerden oluşmaktadır. Stalin terörünün boyutu açıklanınca Neruda’nın dünya görüşü sarsıldı. Estravaganzio (Acayiplikler, 1958) ve beş ciltlik Memorial de Isla Negra (Karaada Defteri, 1964) adlı otobiyografik yansıtmalarında kuşkularını dile getirdi.

1971: Nobel Edebiyat Ödülü

1969 yılında Komünist Parti tarafından başkan adayı gösterilen Neruda, Salvador Allende’nin ulusal cephesine katılmak üzere 1970’te adaylığını geri aldı. Arkasından Allende tarafından Fransa’ya büyükelçi olarak atandı. Bir yıl sonra Neruda, Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görüldü. “Incitation al nbconcidio y alabanda de la revolution chilena” (Nixon’u Devirmeye Çağrı ve Şili Devrimine Övgü, 1973) adlı şiir kitabında ABD’nin solcu hükümetin dengesini bozmaya yönelik çalışmalarını eleştirdi. 1973’te kansere yakalanan Neruda, Allende’ye karşı düzenlenen askerî darbeden birkaç gün sonra, 23 Eylül 1973’de, 69 yaşında Santiago’da hayata gözlerini kapadı. “Anıları Confieso que ho Livido” (Yaşadığımı İtiraf Ediyorum) adı altında ölümünden sonra yayınlandı.

 PABLO NERUDA’YA GÖRE ŞİİR VE ŞAİRLİK

ŞİİRİN GÜCÜ

Şiirin verimlilik sınırlarını, savaşlar ayaklanmalar ve büyük toplumsal değişimlerin arasında, akla sığmaz bir genişliğe ulaştırmak, çağımıza nasip oldu. Sıradan insanın şiirle tartışıp anlaşması, ya kırıcı yoldan ya da kırgınlıkla gerçekleşti. Kimi zaman tek başına, kimi zaman da yığınlar bir araya geldiğinde.

Kendi halinde, ilk kitaplarımı yazdığımda, mısralarını yıllar sonra alanlarda, sokaklarda, fabrikalarda, konferans salonlarında ve tiyatrolarda okuyacağımı aklıma bile getirmemiştim. Şili’nin bütün köşe bucağına sokuldum ve şiirlerimi milletimin insanlarına kucak kucak dağıttım.

Pek düşünüp taşınmadan ileri atıldım ve cılızlığıma, çelimsizliğime bakmadan gürledim:

“Aşağılık kavgacılar! Pis serseriler! Bok herifler! Dans etmeye gelmiş şu insanları rahat bırakın! Sizin gülünçlüklerinizi seyretmek için gelmedik buraya!”

ŞİİR

… Ne çok sanata eseri… Bu dünyaya sığmayacak kadar…Evlerin dışlarına bile asmalı onları… Ne çok kitap… Ne çok kitapçık… Kim okuyabilir bütün bunları…. Onları yiyebilseydik… Şu açlık dünyasında onlardan salata yapabilseydik… Kitap bolluğu var… Kitaba doyduk buramıza kadar… Dünya boğuluyor kitap bolluğu altında. Reverdy  bana şöyle demişti:

Fakat şairlerin şairler için yayılması, beni heyecanlandırmıyor, yüreklendirmiyor… Kaçıp doğaya sığınmaya iteliyor. Bir kayaya, bir dalgaya sığınmaya iteliyor. Yayınevlerinden uzaklara, basılı kağıtlardan uzaklara… Şiir uzakta, okurlarla bağlantısını yitirdi. Bunu yeniden kazanması gerekiyor…. karanlıklarda yol alması, insanların kalpleriyle, kadınların gözleriyle, yollarda bilinçsiz kişilerle karşılaşması gerekiyor. Belirli yarı uykulu anlarda ya da yıldızlı gecelerde tek tek bir mısra arayan kişilerle… Böylesine önceden kestirilemeyen bir konukluk, her yolun, okunmuş her şeyin, öğrenilmiş her şeyin yorgunluğuna değer… Tanımadıklarımız arasında kendimizi yitirmeliyiz ki, onlar da yollarda bizleri okusunlar… Bin yıldır hep o aynı ormanda yaprakların düştüğü kumlarda… Ve ortaya koyduğumuz şeyi sevip okşayarak bağrımıza basmalıyız… İşte ancak o zaman gerçekten şair oluruz. Şiir o şeyde yaşayacaktır.

DİLDE YAŞAMAK

1904’te doğdum. 1921’de bir broşürde bie şiirim yayımlandı. 1923’te ilk kitabım Crepusculario çıktı. Bu anıları 1973’te yazıyorum. O heyecanlı andan bu yana elli yıl geçti. Bütün yeni doğmuşlar gibi ilgi çekmek isteyen o basılı ve sarsak yaratığın ilk feryadını şair duyalı beri.

Kendi vücudumuz ile dil arasında yakınlık kurulmadan ömür boyu bir dille yaşanamaz… O dilin her yönüyle içli dışlı olunamaz… Köprü ayaklarıyla yakınlaşma sağlanamaz.

Konuşulan dilin boyutları başkadır. Yazılı dil ise umulmadık farklılıklar kazanır. Dili, giysinin kolları, yamaları, terlemeleri, kan ve ter lekeleriyle kullanmanın üstesinden bir şair gelebilir ancak. Üslubu Böylelikle oluşur. Ben çağımı Fransız kültürünün devrimlerinde bulundum ürkerek. O olaylar her zaman çekici geldi ama bir bakıma da vücuduma uygun giysiler değildi. Şilili şair Huidobro, Fransız modasını alıp kendi varlığına ve anlatımına büyük bir ustalıkla uydurdu. Modelini aşıyor kimi zaman sanırım. Ruben Dario’nun İspanyol şiirinde oraya çıkmasında da kimi zaman buna benzer, ama daha yüksek düzeyde bir şeyler vardır. Ne var ki, Ruben Dario, büyük sesler çıkaran bir fildi. İspanyol dili döneminin bütün dilimlerini parçalayarak dünyanın havasını kendi alanına doldurdu. Ve dünyanın havası doluverdi.

 

KISA VE UZUN ŞİİRLER

Eylemci şair olarak kendi başımla savaştım. Gerçek ile öznelliğim kafamın içinde çekilmesi bu yolda kesin oldu. Yaşadıklarım başkalarına öğüt vereceklerine kendime yardımcı oldu. Önce bir göz atalım verilere:

Benim şiirim elbette ki,  bir yandan yüksek eleştirinin yargısına bağlı, öte yandan da yerginin tutkularına açık. Oyuna bu da katılıyor. Tartışmanın bu bölümünde ben karar veremem ama, bir oyum var. Eleştirmenlerin çoğunluğu kitaplarımda, şiirlerimden bir ses buluyor. Düşman yergilerde de oy hakkım var. Bu da benim dur durak bilmeyen yaratıcılığımdan.

Bu söylediklerim sizce aşırı kendini beğenmişlik ise, haklısınız derim. Fakat bu da, işini yıllar yılı, bıkıp usanmadan sevgiyle yapagelmiş bir el sanatkarının kendini beğenmişliğidir.

Ne var ki, bir şeyden yana çok güvenliyim. Hiç olmazsa yurdumda şairlik mesleğinin, Tanrı vergisi şairliğin, saygı görmesine şöyle ya da böyle yardımım dokundu.

Hayata atıvermiştim kendimi. Ademden daha çıplak. Fakat şiirimin dokunulmazlığını korumaya kararlıydım. Böylesine eğilmezliğim bana yardımcı olmakla kalmadı, sersemlerin gülmekten vazgeçmelerini de sağladı. Sözünü ettiğim sersemler arasında, kalbi ve vicdanı olanlar, ileriyi gören insanlar gibi mısralarımla uyanarak, silahlarını daha önemli hedefe yönelttiler. Kötüleri de korkuttular.

Şiir böylece saygı gördü. Sadece şiir değil, şairler de. Bütün şiirler ve bütün şairler.

Yurttaşlarıma bu hizmetimin bilincindeyim. Bu onuru kimselere vermem. Çünkü bir nişan gibi onu taşımak hoşuma gidiyor. Bunun duşunda her şey tartışılabiliri. Geçerli olanı kısaca anlatayım:

Şairin en inatçı düşmanları bir sürü kanıt ileriye sürebiliri, ama hiçbiri geçerli değil artık. Gençliğimde bana ’açlık kadavrası’ demişlerdi. Bugün ise, beni herkese aşırı varlıklı kişi diye tanıtarak düşmanlık etmek istiyorlar. Böylesine varlıklı değilim, fakat onların sinirleri bozulsun diye pek çok  zengin olayım isterdim.

Mısralarımı ölçüp bunları küçük parçalar böldüğümü ya da aşırı uzattığı ispatlamak isteyenler de var. Bunun hiç önemi yok. Kim karar verecek, dizeler daha kısa, daha uzun, daha ince ya da daha kalın olmalı diye? Daha sarı ya da daha kırmızı olsun diye? Şiiri yazan şair kestirir bunu . Soluğuyla, kanıyla, bilgisiyle ya da bilgisizliğiyle kestirir. Çünkü bütün bunlar şiirin günlük ekmeğine katık olur.

Gerçekçi olmayan şair ölür. Fakat yalnız gerçekçi olan şair de ölür. Sadece akla ayırı yazan şair, kendisince ve sevgilisince anlaşılır ancak. Bu da oldukça umut kırıcı. Sadece akılcı olan şairi eşekler bile anlar. Ama, bu da epey hüzün verici.

Bu gibi karşılaştırmalar için resim tahtasında yazılı sayılar yok. Tanrının ya da şeytanın hazırladığı aletler de yok. Her ikisi de çok önemli bu kişilikleri şiirde durmamacasına bir savaşa götürür sadece. Meydan savaşını kimi zaman biri, kimi zaman öteki kazanır ama, şiirin kendisi yenilgiye düşmemelidir.

Şairlik mesleğinin kötüye kullanıldığı da olur elbette. Öylesine çok yeni şair ve yeni yetimle kadın şair ortaya çıkmış ki, yakında hepimiz şair olacağız ve okur hiç kalmayacak. Okur aramak için yakında keşif heyetleriyle  yola çıkmak, çöllerden geçmek ya da uzay gemileriyle evreni bir baştan öte başa dolaşmak gerekecek.

İnsanın en eski eğilimi şiirdir. Dini törenler ve dualar şiirden doğdu. Dinlerin çekirdeğinde de şiir vardır. Şair bunu doğanın belirtileriyle bildi. İlk çağlarda bu Tanrı görevini korumak için rahip dediler kendilerine. Günümüzün şairi ise, şiirini haklı göstermek için, sokağın insan yığınlarının kendisine uzattığı belgeyi benimsiyor. Günümüz halkçı şairi din adamlarının en eskisidir. Eski zamanlarda karanlıklarla anlaşma yapardı.

 

IL POSTİNO  1994

Postacı 1994 İtalya – Fransa – Belçika ortak yapımı dramatik dönem filmidir. Özgün adı Il Postino olan film ABD ve İngiltere’de Il Postino: The Postman adıyla gösterilmiştir. Film Türkiye’de 5 Ocak 1996 tarihinde gösterime girmiştir. İngiliz yönetmen Michael Radford’un yönettiği filmin senaryosu, Antonio Skármeta’nın Ardiente Paciencia (Ateşli Sabır) adlı tiyatro eserinden Anna Pavignano, Michael Radford, Furio Scarpelli, Giacomo Scarpelli ve filmin oyuncularından Massimo Troisi tarafından birlikte uyarlanıp yazılmıştır. Şilili yazar Antonio Skármeta, bir yıl önce de, 1983’te kendi oyununu Şili’de sinemaya uyarlamıştı. Bu Şili filmi oyunla aynı adı taşıyordu. “Postacı” bu filmin yeniden çevrimidir.

Şilili ünlü şair Pablo Neruda’nın yaşamından hayâli bir kesitin anlatıldığı “Postacı” da, Neruda’nın şiirlerine de sık sık yer verilmiştir.Fransız aktör Philippe Noiret’nin şair Pablo Neruda’yı canlandırdığı filmde, siyasi fikirlerinden ötürü İtalya’da bir adada sürgünde olan şaire bisikletiyle mektuplarını taşıyan basit bir postacının yavaş yavaş şiiri sevmeye başlaması ve şairle aralarında gelişen sıcak dostluk anlatılmaktadır. Filmin diğer önemli rollerinde İtalyan oyuncular Massimo Troisi ve Maria Grazia Cucinotta rol almıştır.

Filmin senaristlerinden ve filmde postacıyı canlandıran başrol oyuncularından Massimo Troisi bu filmi tamamlayabilmek için önemli bir kalp ameliyatını ertelemişti. Nitekim film tamamlanır tamamlanmaz da bir kalp krizi geçirerek hayata veda etti. Öldüğünde 41 yaşındaydı ve filmin eriştiği başarıyı göremedi.[4] Film Massimo Troisi’ye ithaf edilmiştir.

İlk gösterimi 1 Eylül 1994’te Venedik Film Festivali’nde yapılan “Postacı”, “en iyi film”, “en iyi yönetmen”, “en iyi senaryo”, “en iyi erkek oyuncu” dallarında Oscar’a aday gösterilmiş, “en iyi orijinal şarkı” dalında bu ödülü almıştır. Ayrıca filme çeşitli yarışma ve festivallerde, aralarında 3 BAFTA, 1 David di Donatello ödülünün de bulunduğu tam 20 ödül verilmiş, 10 ödüle de aday gösterilmiştir.

Çekimler ve romanla farkları

Filmdeki hayali olaylar 1950’li yıllarda İtalya’da tenha bir adada geçer. (Oysa Antonio Skármeta’nın özgün romanında ve bundan uyarlanan 1983 yapımı Şili filminde olaylar 1970’lerde Şili’de Isla Negra adında küçük bir kasabada geçer).Ünlü Şilili şair Pablo Neruda siyasi fikirlerinden dolayı buraya sürgüne gönderilmiştir. (Gerçek hayatta Neruda 1952 yılında İtalya’nın Capri adasında İtalyan tarihçi Edwin Cerio’nun villasında bir süre yaşamıştı, filme bu da esin kaynağı olmuştur, filmin çekimleri ise Sicilya’da Salinaadasında yapılmıştır[6] Kitapta Mario Jimenez 17 yaşında bir gençken filmde Massimo Troisi’nin canlandırdığı Mario Ruoppolo 35-40 yaşları arasındadır.

Konusu

1950’li yılların başında İtalya’da tenha bir adanın fakir balıkçı köyünde yaşayan yoksul Mario Ruoppolo (Massimo Troisi), baba mesleği balıkçılık yerine postacı olmayı tercih etmiştir. Gelen postaları adanın dört bir yanına bisikletiyle dağıtır. Zaten hemen hemen tek bir kişi için çalışıyor gibidir, o da adada sürgün olarak yaşayan Şilili ünlü şair Pablo Neruda (Philippe Noiret)’dır. Doğal olarak Dünyanın dört bir tarafıyla yazışan bu ünlü şahsiyet Marksist düşüncelerinden dolayı ülkesinden uzaklaştırılmıştır. Bu saf yürekli posta dağıtıcısıyla yazar arasında zamanla sıcak bir dostluk gelişir. Neruda zaman içerisinde postacıya şiiri sevdirmiştir. Hatta Postacı Mario, tanıştığı ve bir görüşte aşık olduğu güzel bir genç kızla Neruda’nın şiirlerindeki mecazları kullanarak iletişim kurar. Pablo Neruda’nın şiirleri onları birbirlerine yaklaştırmıştır

Köyün tek kafesini işleten kadının yeğeni olan Beatrice Russo (Maria Grazia Cucinotta) ve düğünde gelen bir telgraf Neruda’nın sürgün günlerinin sona erdiğini haber verir. Büyük şair Karısı Matilde (Anna Bonaiuto) ile birlikte çok sevdiği ülkesi Şili’ye geri döner. Mario ve Beatrice Neruda’dan uzun bir süre haber alamazlar. Onu sadece basında çıkan haberlerden takip edebilirler. Kendilerini aramadığı için de ona biraz kırılır gibi olurlar.

Aradan 5-6 yıl geçmiştir, bir gün Neruda ve karısı turist olarak adaya çıkar gelirler. Kafede Beatrice ve 5 yaşlarındaki oğlu Pablito (Çocuğa Neruda’nın adı verilmiştir)’yla tanışırlar. Ancak Mario yoktur. Mario’nun Napoli’de düzenlenen siyasi bir miting sırasında çıkan kargaşada öldüğünü ve çocuğunu hiç göremediğini öğrenirler. Beatrice Neruda’ya Mario’nun adada kaydettiği doğanın seslerini dinletir, bunu yapmasını ondan yıllar önce Neruda istemiştir.

FİLMİN ELEŞTİRİSİ

İl postino, Antonio Skarmeta’nın aynı isimli romanından filme uyarlanmış. Filmi yönetmen Michael Radford yönetirken başrollerde Massimo Troisi, Maria Grazia Cucinotta ve Philippe Noiret karşımıza çıkıyor. Film, İtalyan filmi olmasına rağmen, yani en azından dili İtalyanca, Best Picture gibi önemli dallarda Oskara aday gösteriliyor, en iyi film müziği dalında da Oskar’ı kazanıyor. O sene Braveheart olmasa belki de en iyi film ödülünü alacaklardı. Filmde ünlü şair Pablo Neruda’nın sürgün dönemlerinde tanıştığı bir postacı, onu derinden etkilemesi ve postacının başından geçenler enfes bir dille anlatılıyor. Başrol oyuncusu Massimo Troisi ise filmin başarılarını pek göremeyip filmden hemen sonra vefat etmiştir.

Massimo Troisi’nin canlandırdığı Mario, afili olmayan evinde babasıyla yaşayan, naif, alelade hayatı olan insandır. Mütevazı hayatı olduğuna bakmayın müthiş manzarası olan bir evde yaşamaktadır. Kahramanımızın babası ise yaşlı, pisboğaz ve ağzı var dili yok edasında bir adamdır. Oğlunu pek umursamamasından kahramanımızın evlatlık y olması ihtimali ortaya çıkıyor.

Filme dönecek olursak bir gün İtalya’ya, sürgüne yollanan Pablo Neruda gelir. Kendisi Şili’li ünlü bir şairdir ayrıca komünist akımının da önemli imgelerinden. Neruda’nın sürgüne yollandığı kasaba ise bizim postacıya çok yakındır. Biz buna postacı diyoruz ama şair sürgüne geldiğinde bu daha işsizdir. Bir gün iş için postaneye müracaat eder derken onun bu karın tokluğuna işi olan postacılığı başlar. Bir de bakar ki asıl görevi şaire mektuplarını götürmektir. Postacının şairle tanışması sanılanın aksine tesadüfendir, onunla tanışabilmek için postacı olmamıştır. Ama onunla samimi olabilmek için şansını zorlayacaktır.

Filmde güzel müzikler eşliğinde bolcada deniz, dağ ve orman manzarası görürüz. Osmanlı’da sürgüne gönderilen, çok güzel manzaralı yerlerde ömür çürüten devlet adamları olmuş ki bizim şairimiz de zaten İtalya’da çok seviliyor, niye güzel yer bahşetmesinler. Şair, çok meşhur olduğundan sadece ona günde onlarca mektup gelmektedir. Postacının patronu da komünist fikirleri benimsemiştir ve tam bir Neruda hayranıdır. Postacı için şaire gelen mektupların içeriği ve gönderenin cinsiyeti önemliyken, patronu onun nasıl bir albenisi olduğunu, politik gücünün tesirini ve insanlara nüfus edebilmesini düşünmektedir.

Şairimiz hem şair olması hem de güzel tabiatın tesirinden evinde güzelce dinlenmekte, arada şiirler yazmakta, mektuplarını okumakta. İlk başlarda şair postacıyı pek umursamaz.  Postacının tek derdi ise ona kitabını imzalatmak ve kızlarına hava atmaktır. Ona göre şair aşkın şairidir. Ama mefkuresinden taviz vermemeye özen gösteren patronu için ise şair, insanlığın şairidir. Sonunda postacı şaire kitabını imzalatır ama şair sadece sevgilerle Neruda  yazmıştır, postacının adı sanı yazılmamıştır belki de unutmuştur. Bu arada patronui fanatikçe bu akımı savunur hatta postacıya aralarda akımın felsefesinden bahseder.

Bir gün postacıyla şair konuşurlarken, postacının ilk defa duyduğu metafor kelimesi cümle içinde geçer ki bundan sonraki tüm olaylar bu metaforun kelime anlamı etrafında örülecektir. Şair metaforun ne olduğunu anlattığında artık bunların da arkadaşlıklarının tohumları atılmış olacaktır. Şair bilgili, aşk ve de insan şairidir, postacıyla ilgilenecek ona yardımcı olacaktır. Postacı şiirlere çok ilgilidir, şaire sürekli onun şiirlerini ve anlamlarını sorar. Postacı, “insan olmaktan yoruldum”u çok beğenmiştir ve şöyle der:  “Onu da sevdim. Şu yazdığınız: insan olmaktan yoruldum. Bu bana da oldu ama nasıl diyeceğimi bilemedim. Okuduğumda çok hoşuma gitti.”

Artık belli bir süreden sonra postacı deli yürek, şair de kuşçu olmuştur. Bu ikisinin samimiyetleri gün geçtikçe artar, postacı şairin mektuplarını dahi okuyabilmektedir. Filmin orijinal bir sahnesinde ise postacı şaire “nasıl şair oldun?” diye sorar. Şair de “sahil boyunca yavaşça yürü ve çevrene bakıver” diyecektir, bunları yapan postacı yavaştan şiir yazmaya da başlayacaktır.

Bir sahnede sahilde bu ikisi otururlarken şair ona galiba deniz isimli şiirinden parçalar mırıldanır. Postacı heyecanını ve şaşkınlığını gizleyemez. Bu şaşkınlığının arasında “sözcüklerin arasında savrulan bir tekne” diye bir şey söyler postacı, kendisi metafor yapmıştır ama ne yaptığının farkında da değildir. Bir gün postacı güzeller güzeli Beatrice Russo ile tanışır. Kız postacıyı çok etkilemiştir. Kızın meclubu, meftunu olmuştur. Derdini şaire açar ki Neruda için bu iş gayet basittir. Buradaki bir sahne de orjinaldir. Şair buna kızla ne konuştun mu der, postacıda şöyle der: “Ona sadece 5 kelime söyleyebildim: senin adın ne?” şair de “burada üç kelime var diğer iki kelime ne?” der, postacı da “ismini tekrarladım: Beatrice Russo” der. şairle postacı bir gün kızı görmek için restorana giderler ve şair postacıya şiir yazsın diye hediye ettiği deftere hemen bir şeyler yazar derken postacı kıza açılır ona bol metaforlu şiirler okur ki artık kızımızın aklı başında değildir. Duyduğu cümleler onu derinden etkilemiştir: “gülüşün yüzümde bir kelebek gibi dolanıyor. Gülümseyişin bir gül, delip geçen bir mızrak, gülüşün gümüş bir dalga…” Daha sonra bu ikisi evlenirler. Evlendikleri gün şairin ülkesine dönebileceği haberi gelir ki bu durum acı bir ayrılığın habercisidir. Şair, postacıya bir gün ziyaretine geleceğine dair söz vererek kasabayı terk eder.

Bir gün postacı ve ailesi şair hakkındaki bir röportajı okurken İtalya’da geçirdiği güzel günlerden bahsedilmesine rağmen kendi isimlerini duyamazlar ve bu duruma içerlenirler. Şair onları unutmamıştır. Derken dönemin siyasi olaylarına göndermeler gelir; Hıristiyan demokratlar seçimi kazanmıştır ancak komünist olan postacı ve çevresi bu durumdan pek memnun değildir. Bir gün şairden mektup gelir, mektupta postacıdan İtalya’da bıraktığı eşyalarıyla ilgilenmesini ister. Postacı eşyalar arasında ses kayıt cihazını görür ve onu tamir ettirir. Deniz dalgalarının ve şairin sevdiği müziklerin arka fonunda ona bir mesaj hazırlar.

Daha sonra bir gün şair İtalya’ya geri döner. Onları ziyarete restorana gelir ve Pablito ile karşılaşırlar yani postacının oğluyla. Derken şair acı gerçeği de öğrenir. Postacı bir komünist gösterisinde öldürülmüştür. Bu acı haberin üzerine bir de postacının hazırladığı ses kaydını dinleyen şair çok duygulanır ve ağlamaklı olur. Bu basit biraz da cahil insanın anlamlı cümleleri ve artık yaşamıyor olması çok etkileyici sahnelerdir. Film, postacının komünist bir mitingde sahneye davet edilip Pablo Neruda’ya adadığı şiirini okumaya giderken vurularak öldürülmesi sahnesiyle son bulur. En sonunda siz de şair gibi o güzel manzaraya bakaraktan üzülürsünüz.

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir