FRANSIZ DEVRİMİNE GENEL BİR BAKIŞ
Bürokratik merkeziyetçilik, kitle politikası ve ideolojik devlet döneminin kapısını açan Fransız Devrimi’ni, evet bu büyük felaketi göz önüne getirelim. Bu, elbette çok geniş ve karışık bir hadisedir, fakat eğer Fransız Monarşisi bütçesini dengeleyebilmiş olsaydı, Devrim’in hiç yaşanmayacağı söylenebilir.
Devrim’in nedenleri çeşitlidir. Devrim’i ortaya çıkaran krizin nedeni ise bellidir. Bu, esasında monarşinin otoritesini ve özgüvenini sarsan bir kredi krizi ve mali krizdi. Bu kriz, monarşiyi öylesine sarsmıştı ki, kral ve çevresi liberal bir anayasa ve serbest pazar reformunu başarıyla gerçekleştirmenin bir ön şartı olarak, uzun zamandır toplanmayan bir meclisi toplantıya çağırmak zorunda olduklarını düşünmekteydiler. Birleşik Meclis adıyla toplanan bu meclisin, burjuvaziyi, zanaatkârları ve köylüleri temsil eden Üçüncü Tabakanın öncülüğünde, Millet Meclisi’ne dönüştürülmesi ve kralın siyasal iktidarını ele geçirmesi için sadece bir aydan biraz daha fazla bir süre gerekti. Devrim böylece başlamış oldu. Revizyonist tarihçiler, devrim öncesi Fransa için genel kabul gören ‘‘durgun bir ekonomi, baskı altında köylüler ve zincire vurulmuş burjuvazi’’ tasvirinin yanlışlığını ortaya koymaya çalışmaktadırlar.
Louis 1774’te, bir fizyokrat olan Jacques Turgot’yu Maliye Nezareti’ne tayin etti. Turgot, devlet tarafından yapılan yardımların, yasal düzenlemelerin ve tarifelerin Fransa’da girişimciliğe ve üretime olumsuz etki yaptığını düşünüyordu. Kral’a, bunlara son verilmesi halinde ekonominin canlanacağını ve devlet gelirlerinin de artacağını söyledi ve iddialı bir reform programı önerdi. Bu programa göre, iç ticarette engellemeler azaltılacak, hububatta fiyat kontrolüne son verilecek, loncalar ve angarya kalkacak, taşrada yeni kurulacak meclislere (ki bu meclislerden iki tanesi Turgot tarafından kurulmuştur) siyasal güç aktarılacaktı. Turgot, köyden eyalete, eyaletten bir tür Millet Meclisi’ne uzanan bir silsilede, seçimle belirlenmiş kurumlardan oluşan federe bir devlet öngörüyordu.
Turgot’nun reformları, hiç de şaşırtıcı olmayan bir şekilde, gerek aristokrasinin gerekse halk kesimlerinin muhalefetiyle karşılaştı. Fakat onları asıl kızdıran, Turgot’nun Amerikan Bağımsızlık Savaşı’na Fransa’nın müdahale etmesine sistematik olarak karşı çıkması oldu. İnsanlar, Fransa’nın Yedi Yıl Savaşları’nda (1756-1763) almış oldukları onur kırıcı mağlubiyeti henüz unutmuş değillerdi. Fransa, bir yandan Kuzey Amerika’daki topraklarını (Quebec, Louisiana); diğer yandan, iki ticaret merkezi dışında Hindistan’daki bütün topraklarını kaybetmişti. Dışişleri Bakanı Vergennes, Amerikalıların bağımsızlıklarını kazanmalarına yardım etmek suretiyle, İngiliz İmparatorluğu’nu zayıflatmayı ve İngiltere’den intikam almayı umuyordu. Bu şekilde, Fransa yeniden, dünyanın iki süper gücünden biri haline gelebilecekti.
Turgot ise İngiltere ile yeni bir savaşın, reform programını aksatacağını, devleti iflasa sürükleyeceğini ve savaş kazanılsa bile İngiltere’nin gücünden pek bir şey kaybetmeyeceğini düşünüyordu. ‘‘Devlet, ilk ateşle iflasa sürüklenecektir.’’ diyerek Kralı ikaz etti. Fakat uluslararası güç politikası ve milli gurur mülahazası, içerdeki reformun önüne geçti ve Turgot, Mayıs 1776’da Kral tarafından görevden alındı. Savaşla ilgili üç mülahazasında da zaman, Turgot’yu haklı çıkartacaktır.
Fransa, Amerikalılara önce 1777’de gizlice silah yardımı yaptı. 1778’de de Amerikalılarla ittifak anlaşması imzalandı. Fransa, savaş boyunca bir yandan Amerikalılara bizzat borç vermek, diğer yandan Avrupa’dan savaş malzemesi alımında taahhütte bulunmak suretiyle Amerikalılara destek oldu. Ayrıca 1780’de Rhode Island’a 5000 kişilik bir birlik gönderdi, 1781’de Fransız gemileri Lord Cornwall’in birliklerinin Yorktown’dan çıkmasını engelledi.
Monarşi, 1783’te imzalanan Paris Antlaşması ile, iktisadi, mali ve siyasi sahada reform yapmak için yeni bir fırsat elde etti, fakat bu fırsat da değerlendirilemedi. Soğuk Savaş’tan hemen sonraki dönemde yaşanan barış ortamının birinci Bush yönetimi tarafından heba edilmesi ile bu dönem arasında bir paralellik kurulabilir. Hükümet, İngiltere’nin yenilgisiyle oluşan boşluktan istifade etmeye kararlıydı. Hükümetin stratejisi, bir yandan Avrupa’da güç dengesini korumak ve sınırları güvenlik altına almak için 150.000 kişilik bir daimi ordu bulundurmak diğer yandan da İngiltere’ye okyanuslarda meydan okuyacak bir donanma inşa etmekti. Üstelik, yeni Maliye Nazırı Calonne, ülke içindeki genel giderleri ve saray harcamalarını kısmak için hiç bir çaba göstermiyordu. Neticede, bu barış dönemi, kronik bütçe açıklarıyla ve milli borca eklenen 700 milyon livre’lik ek borçla, tam bir israf dönemi olarak geçti. 1788’de borçlar, yıllık gelirin yarısına tekabül etmekteydi. Bu, fransız tarzı ‘‘silah ve tereyağı’’ politikasının sonucuydu. Aynı politikayı bugün, Texas tarzı olarak, biz yapmaktayız.
Calonne’u, bir kaç yıl içinde büyük bir mali facia bekliyordu. 1786 yılında yıllık açık 112 milyon livre olarak hesaplanmıştı ve Amerikan Savaşı borçlarının geri ödemesi de bir sonraki yıl başlayacaktı. Vakit kaybetmeksizin harekete geçmek gerekiyordu. Calonne’un görüşlerine başvurduğu, Turgot’nun çalışma arkadaşlarından fizyokrat Nemours’lu Dupont’un da katkısıyla ortaya çıkan liberal ve federalist düşünceler bu ihtiyacın ürünüdür. Bu arada, Dışişleri Bakanı Vergennes Büyük Britanya ile serbest ticaret antlaşması imzalamıştı (1786). Calonne, Dupont’un da yardımıyla, Fransız ekonomisine açıklık kazandırmak için şu tedbirleri önerdi : hububat ticaretinin serbestleştirilmesi, iç gümrük engellerinin kaldırılması, angaryanın kamusal işler vergisine dönüştürülmesi. Düzenli ve dengeli gelir sağlamak için, yerel sübvansiyon adını verdiği bir kaynağın tesisini önerdi. Bu, istisnasız bütün arazi sahiplerinden alınacak bir doğrudan vergiydi; tarhını belirlemek ve bu vergiyi toplamak temsili taşra meclislerinin görevi olacaktı.
Monarşi, devleti iflastan kurtarmak telaşında olmasa, kabul ettirdiği kararları bir zafer olarak takdim edebilir ve vergi konusunu bir başka zamana erteleyebilirdi. Fakat Brienne’in ve kralın böyle bir lüksleri yoktu. Paniklediler. Mutlakiyetçi iktidarın bildik silahlarını çıkartarak vergi reformunu cebren uygulamaya karar verdiler. Lits de justice çıkartarak, yeni vergilerin kral iradesiyle yapılan yasa hükmünde olduğunu bildirdiler. Ayrıca, Paris Parlamentosu’nu Troyes’e sürdüler. Fakat bu despotik icraata, kamuoyunun tepkisi ve kurumsal direniş öylesine büyük oldu ki monarşi geri adım atmak zorunda kaldı. Kral, Parlamento’yu geri çağırdı ve lits de justice’i geri çekti.
Brienne, iflası önlemek için, bu kez Parlamentonun yeni borçları onaylamasını istedi. Parlamento, bunları onaylamakla birlikte Birleşik Meclis’in toplanması çağrısını yineledi. Paris Parlamentosu, bir yandan da de facto Meclis gibi davranmaya çalışıyordu. Parlamento, kendisi tarafından onaylanmayan kraliyet fermanlarının yasa hükmü kazanamayacağını belirterek, kraliyet tasarrufları arasında yer alan lits de justice ve lettres de cachet’yi (tevkif müzekkeresi) geçersiz ilan etti. Kral ve Brienne, mutlak krallığın istikbalinin tehlikede olduğunu düşünerek, kuvvet kullanmaya karar verdiler. Askerler Parlamento’yu kuşattı. Kral Parlamento’nun karşı koyma ve onay yetkilerini alarak, bu yetkileri yeni kurulacak olan ve üyelerini kendisinin belirleyeceği bir Büyük Mahkeme’ye verdi.
Mayıs ayındaki bu darbeden sonra, asiller ve ruhban sınıfı kralın karşısına geçtiler. Halk arasında büyük huzursuzluk çıktı. Böylece, mali krizle aynı büyüklükte bir siyasal kriz ortaya çıkmış oldu. Mutlak iktidarın köhne kurumlarını aynen muhafazayı amaçlayan çılgın bir girişim daha böylece akametle sonuçlanıyordu. 1788 Ağustosu’nda Monarşi iflas etmişti ve kredisiz kalmıştı. Ne Paris’te yeni borç alabilecek durumdaydı ne de Amsterdam’da. Brienne’in de istifa etmekten başka seçeneği yoktu. Kral, yatırımcıların ve asillerin güven duyduğu, kitleler arasında popüler olan tek kişi konumundaki Necker’i yeniden göreve çağırdı ve Birleşik Meclis’in Mayıs 1789’da toplanmasına karar verdi.
Halk, yerel olarak sınıf esasına göre biraraya gelerek temsilcilerini seçecekti. Seçmen kitlesi altı milyon kişiden oluşuyordu. Schama bunu ‘‘siyasal temsilde bugüne kadarki en kalabalık deney’’ olarak nitelemektedir. Yerel meclisler, geleneğe uygun olarak, şikayetlerini ve taleplerini içeren defterler (cahier de doléance) oluşturacaklar, bu defterler seçilecek temsilciler tarafından Versailles’a götürülecekti. Defterlerin sayısı 25.000’i bulacaktır.
Burada (şikayet ve talep defterleri ışığında), bir yanlış kanaati düzeltmekte yarar vardır. Genelde öğrencilere asillerin ve ruhban sınıfının, imtiyazlarını ve eski rejimi ancien régime olduğu gibi korumayı; üçüncü tabakanın ise Fransa’yı özgürlük, ilerleme ve modernite düşüncesi rehberliğinde dönüştürmeyi hedeflediği öğretilmektedir. Hakikat bunun tam tersidir. Asillerin çoğunluğu Fransa’nın rasyonel, liberal ve anayasal (düzene kavuşmuş) bir ülke haline gelmesini istiyordu. Vergi muafiyetlerinden ve feodal haklarından feragat etmeye hazırdılar. Keyfî tevkif müzekkerelerine ve sansürün her türüne son verilmesini talep ediyorlardı. Siyasal haklar için anayasal güvenceler içeren, Anglo-saxon tarzı bir temel haklar belgesi istiyorlardı. Mali reform yapılmasını, milli bütçe hazırlanmasını ve yayınlanmasını öneriyorlar, kamu görevlerinin alınıp satılmasına son verilmesini talep ediyorlardı. Esnaf loncalarının ve iç gümrük engellerinin kaldırılması da asillerin talepleri arasındaydı.
Bu taleplerin çoğu, Üçüncü Tabakanın da talepleri arasında yer almakla birlikte, daha somut maddi mülahazalar bunları gölgede bırakmaktaydı. Üçüncü Tabakanın şikayet defterleri incelendiğinde, yükselen ekmek fiyatlarının, av kanunlarının, tuz vergisinin ve vergi toplayıcılarının kötü muamelelerinin şikayetler arasında yer aldığı görülür. İngiltere ile yapılan serbest ticaret antlaşması, hububat fiyatları üzerindeki kontrolün kalkması, Protestanlara eşit hakların tanınması gibi yakın geçmişte yapılan reformlar da çok sayıda şikayete konu olmuştur.
Kısacası, Üçüncü Tabaka büyük ölçüde bir tepkiyi (reaction) seslendirmekte ve daha az vergi daha çok devlet şeklinde ifade edilebilecek bir talepte bulunmaktadır. Schama’ya göre ‘‘devrimci şiddeti başlatan öfke, modernizasyonun ağır gitmesinden doğan bir sabırsızlıktan ziyade, modernizasyona karşı düşmanlıktan kaynaklanmıştır.’’
Üçüncü Tabakanın içinde liberal tacirler ve yenilikçi sanayiciler bulunmakla birlikte, köylü zanaatkarlar ve çiftçiler çoğunluğu oluşturuyordu. Bunlar, aldatıldıklarına inanıyorlardı ve sadece asilleri ve ruhban sınıfını değil, kendi tabakalarının zengin üyelerini desuçluyorlardı. Hububatta fiyat kontrolünün yeniden tesisini, buğday ihracına sınırlama getirilmesini, yabancı imalatçıların yasaklanmasını ve spekülatörlerle stokçuların cezalandırılmasını talep ediyorlardı. Bu insanlar kendilerine, gerek Üçüncü Tabakanın hukukçu entellektüelleri gerekse diğer tabakaların yenilikçi üyeleri arasından liderler bulmakta gecikmediler. Liderliğe soyunan kişiler, ekonomik özgürlük ve federal anayasacılık gibi kavramları çok fazla anlamıyorlar ve zaten pek de önemsemiyorlardı. Karşıtlıklar ve çatışma düşüncesi ekseninde şekillenen bir söylem kullanıyorlar; hainlere karşı vatanseverler, aristokratlara karşı vatandaşlar, kötülüğe karşı erdem, düşmanların tehdidine karşı ulus vb. sözlerle kutuplaşmayı perçinliyorlardı. Kitlelere, içinde bulundukları kötü duruma neden olmaktan dolayı suçlanacak günah keçileri buluyor, siyasal iktidarın ele geçirilmesi halinde imtiyazlıların seviyesine çıkacaklarını ve zenginleşeceklerini vaat ediyorlardı.
Schama’nın yerinde tesbitiyle, ‘‘siyasal krizi kanlı bir devrime götüren, kitlelerin politizasyonu olmuştur.’’ Hayli kalabalık sayıdaki Üçüncü Tabakaya, ‘‘ulus denen şeyin bizatihi kendileri olduğunun; sadece gerçek bir ulusal meclisin, yüksek ahlaki değeri ve ortak yurtseverliği sayesinde, beklenenleri gerçekleştirebileceğinin söylenmesi, bu insanlara kurumsal değişimi yapmak için açık çek vermek anlamına geliyordu.’’ Sieyes’in 1789 Ocak ayında yayınlanan What is the Third Estate adlı eserinin Fransız Devrimi için anlamı, Thomas Paine’in Common Sense (1776) adlı eserinin Amerikan Devrimi için taşıdığı anlamla aynıdır. Mayıs ayında Birleşik Meclis toplantığında, gerek kitleler gerekse önder konumundaki entellektüeller, Meclis’in üç ayrı tabaka halinde toplanmasını sadece reformlar için bir engel olarak değil, aynı zamanda vatana ihanet olarak değerlendirmişlerdir. Birleşik Meclis’in Haziran 1789’da Millet Meclisi’ne dönüşmesi, kökten bir devrimin başlangıcı anlamına gelmektedir. (Devrimin sonucu olan) Giyotin, (devrimin sloganı olan) özgürlük için pek güvenli bir dayanak teşkil etmeyecektir.
1788’den 1789’a geçerken, tanrılar da sanki bir halk devrimini hazırlamak için sözleşmiş gibiydi. Bahardaki kuraklığı, hazirandaki dolu fırtınası izledi; ekinler mahvoldu. Ardından da Fransa tarihinin en soğuk kışlarından biri yaşandı. Buğday fiyatları çok yükseldi. Normalde gelirin en çok yüzde kırkı ekmeğe harcanırken, yıl sonunda bu oran yüzde seksene ulaştı. Bu şartlarda, Fransız Devrimi’nin sebebi, Schama’nın da ifade ettiği gibi ‘‘öfke ve açlık’’ olmuştur. Devrim’i yıkıcı değişime ve şiddette uç noktalara götüren ise kıskançlık duygusu olmuştur.
Nisan 1789’daki Reveillon olaylarını ele alalım. Reveillon, Parisli bir duvar kağıdı üreticisiydi ve işinde gayet başarılıydı. Asiller sınıfından değildi, işe çırak olarak başlayıp, başarısını kendi gayretiyle elde etmiş birisiydi. Kendisine ait olan fabrikasında dörtyüz işçi çalıştırmakta ve iyi de ücret vermekteydi. Ürünlerini İngiltere’ye ihraç ediyordu. Başarısının sırrı, teknolojik yenilikleri izlemesi, yeni makinaları kullanması, yoğun bir emek ve sınai üretime geçmiş olmasıydı. Fakat bütün bu nedenlerden dolayı, civarındaki zanaatkârlar tarafından hain olarak görülüyordu. Bir seçim mitinginde, ekmek dağıtımının serbest bırakılması yönünde fikir beyan etmesi üzerine, kızgın kalabalık fabrikasına yürüdü; fabrikasını harabeye çevirdi ve evini yağma etti.
Bu andan itibaren, Devrim’i yönlendiren güç, Paris’in baldırıçıplakları olacaktır. İktisat ilmi rafa kaldırılacaktır. Jean Baptiste Say’a göre, ‘‘Millet Meclisi’nde ne zaman ticari veya mali konular gündeme gelse, iktisatçıları hedef alan ağır hakaretler duyulurdu.’’ Siyasal iktidar, baldırıçıplaklara, hukukçulara ve sözde entellektüellere verildiğinde olacak olan budur.
Rasyonalist Aydınlanmacı düşüncenin savunucuları, anayasal monarşiden, liberal ekonomi ve hukuk düzeninden, bilimsel ilerlemeden ve etkili idareden yanaydı. Schama’ya göre, ‘‘bunlar, 16. Louis dönemindeki reformcuların mirasçıları ve devrim sona erdikten sonra ortaya çıkacak olan yeni asillerin öncüleriydi. Söylemleri akılcı, mizaçları mutedildi. Ulusun, modernitenin önündeki engelleri, temsilcileri aracılığıyla kaldıracak güce sahip olmasını hedefliyorlardı. Böyle bir devletin 1780’lerin Fransasına savaş ilan etmesine lüzum yoktu. Tam aksine, bu anlayış, söz konusu dönemde belirlenen hedefleri gerçekleştirmek için çaba sarfetmeliydi.’’
Fransa’nın elitleri eğer böyle bir reform üzerinde anlaşmış olsalardı, ne Terör Dönemi yaşanırdı ne Napoleon gelirdi; ne devletçi devrim olurdu ne de merkeziyetçilik. Tabii bu arada, medeni ilerlemenin gerçek yolu olan tedricî siyasal ve ekonomik liberazisyonu tahrip eden temel nedenin, global imparatorluk sevdasının yol açtığı harcamaların doğurduğu mali kriz olduğunu unutmamak gerekir.
İhtilalin yaşandığı topraklarda aristokrasi ve burjuvazi arasındaki ilişki, devletin merkezileşme süreci ve idari yapısı, vergi düzeni, siyasal kurumlar ve hukuk gibi konuların belirli farklılıklar taşıdığı belirtilir. Fransa’nın resmi yapısı üç tabakadan oluşuyordu. Birinci tabakada rahipler, ikinci tabakada aristokratlar ve üçüncü tabakada ise burjuvazi ve köylüler yer almaktaydı.
Onyedinci yüzyılda Fransa’da burjuvazinin rolünü değerlendiren Barrington Moore, İngiltere’den farklı bir süreç yaşayan Fransa’da burjuvazinin üstlenmesi beklenen role uygun bir pozisyonu olmadığını ifade etmiştir. Fransız monarşisinin burjuvaziyi kendi hedeflerine göre yönlendirdiğini belirtmiştir. “… bir endüstri kapitalizmine doğru ilerleyen, bunu yaparken kır kesimini de ardı sıra sürükleyen, dolayısıyla çağdaşlaşmanın başını çeken bir güç değildi. Tersine, hala büyük ölçüde kralın gözünden düşmemeye çalışıyordu, krallığın koyduğu düzenlemelere göre yaşıyordu ve dar bir alıcı kesimi için silah ve lüks mallar üretimine yönelmiş bulunuyordu.”
Onyedinci yüzyılda Avrupa’da papalığın siyasal otoritesi çözülmüş, soyluların etkinliği zayıflamışken monarşi güçlenmiştir. XIV. Louis dönemiyle birlikte Fransa’da kısmi monarşi mutlakiyete dönüşmüştür. Fransız kralı yeni idari birimler oluşturmuş, kanunlar yapmış ancak yerel farklılıklar ancak Fransız Devrimi ve I. Napolyon ile başarılabilmiştir.
Fransa’nın gündeminde reformlar yer alırken, aristokrasinin siyasal gücünün zayıflatılmasına dönük planlar sürekli gündemde tutulmuştur. Mutlakıyetin oluşturduğu yönetim organları geleneksel idari birimlerle aynı anda var olmak durumunda kalırken, aynı alanda çalışma yürütmek üzere oluşturulmuş iki ayrı aracın birbirinin işleyişini baltaladığı aktarılmaktadır Stephen J. Lee’nin kitabında.
Lee, kendisi de aristokrat olan Richelieu’nün, devletin aristokrasinin isyanlarına karşı güvenliğini sağlamak üzere gündeme getirdiği düzenlemelerin, 1789’da Üçüncü Tabaka’nın siyasal devrimine yol açtığını ifade etmiştir.
“Richelieu yönetimi kökten bir yenilik ya da reformu gerçekleştiremedi, ama ancient regime’in tipik karakteri olan mali sistemin gelişmesinde önemli bir aşama sağladı….. Kralın otoritesini yok olmaktan kurtardı ve 1661’den sonra bazı kaynakları …. Fakat yarattığı geleneksel çözümler Fransız monarşisinin yararına olurken bir yandan da Fransız toplumunun parçalanmasına neden olacak kargaşa tohumlarını ekti.”
Reform hareketlerinin aristokrasinin direnişi nedeniyle gerektiği gibi gerçekleştirilemediğini belirten Tocqueville, eskileriyle birlikte oluşturulan yeni idari mekanizmaların, kralla yerel birimler arasındaki bağı kurduğunu ama bu durumun arada kerteler olmaması nedeniyle sorunların da direk krala yönelmesine yol açtığını belirtmiştir. Kralın giyotine gitmesine yol açan süreçte, bu durumun önemli bir özellik olduğunu belirtmiştir.
Vergi sistemindeki adaletsizliği gidermeye, idari birimlerin yapısını etkin kılmaya dönük adımlar gündemde kalmıştır. Ancak Lee’nin de vurguladığı üzere, bütün bu reformlar var olan adaletsizliği ortadan kaldıramayarak, Üçüncü Tabaka’nın yükünü azalmayarak 1789 krizine neden olmuştur.
Bu vergi adaletsizliği, Üçüncü Tabaka’nın alt kısmında yer alan kesimlerin, çıplak kolluların (fırın işçileri, gündelikçi marangozlar, duvarcılar, inşaat işçileri, demirciler, matbaa işçileri, silah fabrikasında çalışanlar, kağıt fabrikasında çalışanlar, çamaşırcılar, temizlikçiler, ipek işçileri, tekstil işçileri, odun yarıcılar,enfiye öğütücüler, fırıncılar, kereste istifçileri, liman işçileri, madenciler, taş kırıcılar, kayıkçılar, fayans imalatçıları vb.) ve tarımda gündelikçi olarak çalışanlarla köylülerin ancak 1789’da ayaklandıklarında dikkate alınıncaya dek irili ufaklı isyan hareketlerinin yaşanmasına yol açmıştır. Mutlakıyetin bütün reform sürecinde köylülüğü daha da ezdiği ve 1789 ayaklanmasının yaşanmasına zemin hazırladığı belirtilir.
Memurluklar satılmış, Tocqueville’in aktarımıyla tekrar tekrar satılmıştır. Moore, bu satışın kralın bağımsızlığının temellerini oyduğunu belirtmiştir. Hazinenin doldurulması ihtiyacı, vergi reformunun hayata geçirilemeyişi nedeniyle de vergi yükünün üretici sınıflara aktarılmasına neden olmuştur.
Aydınlanmanın sonucunda yaşanan olumsuzluklardan birini, sonrasında köylülüğün üzerindeki yükün artmasıyla birlikte yalnızlaşmasına ve papazlarla baş başa kalmasına yol açan durum biçiminde tarif etmiştir Tocqueville. Köyler sadece burjuvazi ve aristokrasi tarafından değil, biraz olsun palazlanmış köylüler tarafından dahi terk edilmiştir : “… yüksek sınıflardan neredeyse tümüyle ayrılmış olan köylü; kendisine yardım edebilecek ve yönetebilecek benzerlerinden bile uzaktadır. Bunlar, aklın ışıklarına ve rahata kavuştukları ölçüde ondan kaçmaktadırlar; köylü, bütün bir ulusun ortasında sanki elekten geçirilmiş ve kenara konmuş gibi durmaktadır…. Köylü, atalarının yakınmış oldukları bütün dertlerden yakınmıyordu, ama atalarının asla tanımamış oldukları pek çok sefaleti çekmekteydi.”
Kentlerde biriken esnafın, zanaatkârların ve köylülerin yaşam şartları gittikçe kötüleşmiştir. Burjuvazinin, ekonomik etkinliğini siyasal alanda gösterememiş olması, eski rejim onun kendini ifade etmesinin önünde engel oluşturmuştur.
XVI. Louise’nin reformlar yaptığını da yapmadığını da söyleyenler bulunmaktadır. Onun aristokrasinin otoritesini kırmak üzere yeni bir idari denge oluşturmak için, idari kadrolara burjuvazinin üyelerini koyduğu belirtilir. XVI. Louise’ye dek kral parlamentoyu da, bu etkinliği kırmak amacıyla işletilmediği belirtilir. İşlediğinde ise Üçüncü Tabaka’nın önerilerinin veto edilebilmesine olanak tanıyan parlamentonun, reformların da önünü tıkayan bir engele dönüştüğü vurgulanır. XVI. Louise’nin ise monarşinin yıkılmasına neden olacak bir karar aldığı ve her tabakanın oy kullanmasına izin verdiği aktarılır. Tez için yararlanılan tarih aktarımlarında bu durumun orta sınıfının devrimci görüşlerinin, mutlakıyete karşı bir hareket olarak biçimlenmesine yol açtığı ifade edilmiştir.
Mehmet Ali Kılıçbay, Eski Rejim ve Devrim kitabının önsözünde 1789’un feodaliteye değil, köylülüğün onun kalıntılarına duyduğu rahatsızlığa son verdiğini belirtmiştir. Köylülüğün refleksinin ürününün fiyatının piyasada oluşmasına duyduğu tepki nedeniyle anti-kapitalist olduğunu, kapitalistleşen soylulara karşı köylülerin ortaçağ düzeninin sürmesinden yana olduğunu vurgulamıştır. Kentlerdeki orta tüccar ve esnafın da fiyatların devlet tarafından belirlendiği anti-kapitalist düzenden yana olduğunu belirtmiştir.
Kapitalizmin köylere sızması, “köylülerin ancien regime’e karşı besledikleri düşmanlığı körükleyip kısa sürede arttırıcı bir etki yarattı. …. Bu gelişmelerin sonucu, «Üçüncü Zümre»in, yani halk sınıflarının kendi içinde bütünleştirilmesinden, pek çok köylüyle kentlilerin bir bölümünün eski düzene karşı daha sert bir muhalefete itilmesinden başka bir şey olmadı. İşte bu eğilimler, Avrupa’nın en zengin köylülüğünün niçin devrimin belli başlı güçlerinden biri durumuna geldiğinin açıklanmasına yardımcı olmaktadır.”
Tocqueville kitabında 1789’un bir kopuş değil süreklilik olduğunu belirtmiştir. Feodalizmin tasfiyesi konusunda başka ülkelere göre Fransa’nın daha ileri gittiğini, insanların ancak önlerindeki ufkun açık olması durumunda daha ileri gidebileceğini düşündüğünü dolayısıyla XVI. Louise döneminde yaşanan refahın, 1789’un gerçekleşmesinde rol oynadığını ifade etmiştir. Devrimin Ortaçağ kalıntılarının insanları rahatsız ettiği değil daha az rahatsız ettiği yörelerde gündeme geldiğini belirtmiştir.
Kitapta soyluların ayrıcalıklarını korumak isterken geçmişte üstendiği rolü yerine getirmekten imtina ettikleri vurgulanmıştır. Öte yandan burjuvazinin, asilzadelerden daha fazla zenginleştikleri ifade edilmiştir. «Halk kendi bağrındaki aristokrasiyi tahrip etmiş, sanki kendiliğindenmişçesine merkezileşmeye doğru koşmaktaydı.» 1789 İhtilali Tocqueville’e göre demokratik devrimle birçok kurumu tahrip etmişti ancak bu merkezileşme yönündeki hareketi devralmış, devrimin eseri gibi benimsemişti. Siyasal ihtilalin adet ve örfleri ancak daha önce ortaya çıkan gelişmeler sayesinde filizlenebilmiştir.
Fransız İhtilali aslında simge olabilecek birçok dönemece sahiptir; Kurucu Meclis 17 Haziran 1789’da açılmıştır, Onaltıncı Louis 21 Ocak 1793’de idam edilmiştir, Ro- bespierre Anayasa’sı 24 Haziran 1793’de kabul edilmiştir. Bütün bu tarihlerin her biri Fransız İhtilali’nin önemli ve karakteristik yönlerini hatırlatan günlerdir. 14 Temmuz 1789 ise Fransız İhtilali’nin önemli dönemeç noktalarından biri olmakla birlikte, bu devrimin asli yönlerinden birine işaret etmekte değildir. Ancak Guerin, burjuvazinin içinde ikili bir nitelik taşıyan bu harekette öne çıkarmak istediği ve sonrasında hatırlamak istediği noktanın farklı olduğunu vurgulamıştır. Burjuvazi, kralın kellesinin alınmasını hatırlamak ve hatırlatmak istemediği, kendi iktidarını tehlikeye düşürecek durumları ifade eden dönemeçlerin unutulmasını tercih ettiği söylenebilir.
14 Temmuz 1789 günü, Bastille zindanı ayaklanan yığınlar tarafından ele geçirilmiştir. Bastille’in zaptedilmesiyle Fransız İhtilali’nin seyri de önemli bir değişikliğe uğramıştır. Bu dönemeç noktası her ne kadar «en tipik burjuva dev- rimi»nin yıldönümü olarak anılıyor olsa da, aslında Fransız İhtilali’nin burjuva yanını ifade ettiğini söylemek güçtür. Bu bakımdan herhalde ulusal bayram olarak kutlanan «14 Temmuz», Bastil’in işgal edilmesi anlamında değil, 1880’de kurulan Üçüncü Cumhuriyet’i anmak üzere kutlanıyor olsa gerektir.
8 Ağustos 1788’de kral Mayıs’ın birinde Genel Meclis’in toplanacağının sözünü vermişti. 5 Mayıs 1789’da Kral Etats Generaux (soyluların, ruhban zümresinin ve tüm geri kalan kesimleri içeren «üçüncü zümre»nin temsilcilerinden oluşan bir meclisti) meclisinin sarayında resmen toplanmasına rıza göstermiştir. Soboul kralın bu hareketinin aristokrasi ile burjuvazi arasındaki ittifakı bozduğunu belirtmiştir. Bu- nun ardından, meclisteki burjuva temsilcilerin inisiyatifi ve kimi soyluların ve kilise temsilcilerinin de razı olmasıyla, bu meclis hızla şekil değişmiştir. Önce «farklı zümrelerin temsilcileri olarak değil, Fransızların temsilcileri» olarak toplanma kararı çıkmış, 17 Haziran’da da Ulusal Kurucu Meclisi oluşturma önerisi kabul görmüştür.
Soboul, Guerin ve Tocquievill’in aktarımlarından özetle sürecin nasıl şekillendiğini öğrenebiliyoruz. İhtilale ön gelen günlerde soylular ayrıcalıklarının ellerinden gitmekte olduğunun farkına vardığını ve şikâyetlerini Krala ilettiğini, bu şikâyetleri bir destek mesajı olarak alan XVI. Louis önce tamirat bahanesiyle meclisin Versailles’da toplanmasını engellediğini okuyoruz. Peşinden her zümrenin temsilcilerinin ayrı ayrı toplanması gerektiğini buyuran krala karşı soylu temsilcilerin bir kısmı ile kilise temsilcilerinin çoğunluğu Üçüncü Zümre temsilcileri ile birlikte hareket etmiştir. 7 Temmuz günü bir anayasa komisyonu seçilmiş; 9 Temmuz’da da meclis kendini Ulusal Kurucu Meclis olarak ilan edilmiştir. Bir bakıma, hiç bir zor kullanılmadığı halde, meşrutiyet hukuken ve şeklen kurulmuştur ve burjuvazinin ufkunun da bunun ötesinde olmadığı hem Tocquievill hem Guerin tarafından aktarılan tarihsel süreçten görülmektedir.
Üçüncü Zümre’nin meclisteki temsilcileri burjuvalardan oluşuyor olsa da bu zümre halkın geri kalan ezici çoğunluğunu da içermiş ve bu kesimler uzun zamandır büyük bir yoksulluk yaşamıştır. Soboul, meclisten cesaret alan halk yığınlarının alışılmışın dışında bir hareketlilik ve inisiyatif içinde olmasının Kralı tedirgin ettiğini; düzeni sağ- lamak ve gerektiğinde meclisi kapatabilmek üzere, çoğunluğu İşviçreli paralı askerlerden oluşan 20 bin kişilik bir birlik oluşturduğunu ve bu birliği Paris’te sarayının etrafında konuşlandırdığını aktarmıştır. Bu gelişmenin yığınlardaki tedirginliği arttırdığı gibi, meclisin inisiyatif yeteneğini de gösterdiğini okuyoruz. 12 Temmuz günü Hotel de Ville’de toplanan meclis, sürekli bir komite seçmeye ve her bölgeden 200’er kişilik bir milis gücünün toplanmasına karar vermiştir.
Artık meclisin iradesinden bağımsız olarak devrim başlıyordu: binlerce insan sokaklarda silah bulmak üzere her yere girip çıkmaya başlamıştır. 14 Temmuz sabahı ayaklanan yığınlar Darülaceze (Invalides) binasında bir silah deposu olduğunu öğrenince, burayı basıp muhafızları etkisizleştirdiler; 32 bin silaha el koyarak cephanenin depolanmış olduğu Bastille’e yönelmişlerdir. Sanıldığının aksine, Bastille zindanında pek az mahkum vardı; ayaklanan kitle buraya hem bir simge oluşu nedeniyle hem de mahzenlerindeki silah ve mühimmata el koymak üzere yönelmiştir. 14 Temmuz 1789 günü akşam üzeri saat beş sıralarında, binlerce silahlı insan, Bastille zindanının etrafı 25 metre genişliğinde bir kanalla çevrili 30 metre yüksekliğindeki taş duvarlarına dayanmıştı.
Önce durumun ciddiyetinin farkına varmayan muhafız komutanı Launay isyancıların üzerine ateş açtırdı; yüz civarında insan öldükten sonra, bir ast subay bir de teğmen ayaklananlara askerleri ve toplarıyla birlikte katıldı. Toplar kapıya yönelince Launay bu kez meclis temsilcileriyle anlaşarak teslim olmaya karar verdi. Temsilciler can güvenliğinin sağlanacağı konusunda söz verse de, Launay ve onunla birlikte üç subayla bir işbirlikçi tüccar linç edildi. Başları kesilerek mızrakların ucunda şehirde gezdirildi.
Doğrusu bugünden bakıldığında çok büyük çaplı bir gelişme gibi görünmese de bu olay, Bastille komutanı kadar onunla «centilmen anlaşması» yapan meclis temsilcilerini de şaşırtır ayaklananlar hariç herkesi ürkütür. Henüz devrim kavramının bile bilinmediği bir dönemde, Guerin’in de ifade ettiği üzere, ilk halk devrimi başlamıştır. Guerin, «mutlakiyetçiliğin burjuvazi tarafından tasfiye edilmesinden sonra, modern sınıf mücadelesinin embriyonik fakat belirgin biçimde ortaya çıkışının» bu süreçte ve özellikle 1793-1795 arasındaki dönemde ortaya çıktığını, «burjuvazinin köleleştirdiği, sömürdüğü halkın ilk kez bu dönemde burjuvaziyle çatışmaya» girdiğini ifade etmiştir.
Bastille’in alındığı haberi, meclisteki temsilciler sayesinde iki üç gün içinde tüm taşra bölgelerine yayıldı. Tüm Fransa bu haber üzerine ayaklandı; her ne kadar her kentte gelişmeler farklı olduysa da, her kentte Kral’ın otoritesi yıkıldı.İşte 14 Temmuz bu yönüyle önemli bir dönemeç oluşturmaktadır.
Siyasi tarih kitaplarının çoğunun Fransız İhtilali ile başladığını görürüz. Onun bir dönemin başlangıcı biçiminde tarif edilmesi yaygın bir tutumdur. Eric J. Hobsbawm, İhtilalin İkinci Yüz Yılı vesilesiyle kaleme aldığı Fransız İhtilali’ne Bakış adlı kitabının önsözünde hala güncelliğini koruyan ama farklılıklar taşıyan yaklaşımları barındıran pek çok eserin dökümünü yapmıştır. Üzerine pek çok yazı yazılmış ve yazılmakta olan ihtilalin değerlendirmesini yapmak O’nun için de hala önemini taşıyan güncel bir konu üzerinde çalışmak özelliği taşımıştır.
Fransız İhtilali’nin niteliğine dair tartışmalar sürmektedir. Hobsbawm, «Marksist»lerin, proleter bir devrimin zorunluluğunu göstermek için Fransız İhtilali’nin zorunluluğunu savunduklarını ifade etmiştir. «Proletaryanın geleceğinin zaferine emsal oluşturan bir devrim» biçiminde tanımlanan devrimin, geleceğin eski toplumun bağrında kendini ifade etmesi, aşamaların varlığının işareti olarak algılanması bakımından önemli görüldüğünü aktarmıştır.
Tartışma götürür bu yaklaşımın sonrasında oluşan Kautsky çizgisi ve evrim konusuyla, aşamalı devrim kavrayışıyla bağı bu çalışmanın sınırlarını aşmaktadır. Ancak sonrasındaki aktarımlarıyla ve Marx’ın Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i adlı kitabının genelindeki ifadeleriyle burjuvazinin tüm ürkekliğine ve geri adımlarına rağmen, Daniel Guerin’in alt tabakaların ittirmesine borçlu olunduğunu ifade ettiğ durum ortaya çıkmıştır. Thiers Etad 1789’da, teşebbüs özgürlüğünün «laissez faire, laissez passer» Fransa’da ortaya çıkışının temelini atmıştır.
1789’un kazanımlarının en soylusunu ortadan kaldırırken kendini o büyük adla nasıl süslediğini göstermek üzere kaleme aldığını ifade ettiği kitabında Tocqueville, 1789’un özgünlüğünün siyasal bir ihtilal oluşu olduğunu belirtiyordu. Tocqueville’in de vurguladığı üzere, inancını yaymak için vaaz ve propaganda yapmak, önceki yüzyıllarda dinsel ihtilallerin tarzıydı. İlk defa Fransız İhtilali ile birlikte ortaya çıkan, en yeni ve daha öncesinde hiç bilinmeyen yön, hararetle uzaklarda, yabancılar arasında yayılmaya çalışan siyasal bir ihtilal oluşuydu.
Eski rejimde kilise ve soyluların karşısında Tiers Etad yer alıyordu. Aristokrasi karşısında emekçiler ve burjuvalar birlikte duruyordu. Fransız ihtilalinin farklı bir biçimde şekillenmesinde ve kitlelerin siyaset alanında yer almasında Üçüncü Zümre, onun en altında yer alan kalabalık halk yığını (tarih kitaplarında üçüncü zümrenin tümüne halk denildiğini görebiliyoruz) belirleyici olmuştur Guerin’e göre.
Burjuva devrimi Fransa’da Avrupa’nın başka ülkelerinden farklı şekillenmiştir. Ne aristokrasiye ne kiliseye bağlı olmayan Tiers Etad; burjuvalar ve onların istihdam ettiği kesimlerden oluşuyordu. Yavaş yavaş küçük burjuvaziden, zanaatkârdan, esnaftan emekçilerin saflarına düşen kesimler artıyordu ancak onları istihdam eden bir sanayi henüz yoktu. Zanaatkârlar varlığını sürdürüyorlardı ama çalışma biçimi artık eskisi gibi değildi, henüz sanayi yeni yeni gelişmekteydi.
Hobsbawm, Napoleon’a dek henüz sanayi ekonomisi fikrinin açık bir şekilde ortaya çıkmadığını belirtmiştir: “…18. Yüzyıl Aydınlanmacı düşüncesinin doğal bir uzantısı olarak kendisini gösterdiğidir. Sanayi ekonomisi, genel olarak «aydınlanmanın ilerleyişi», özgürlük, eşitlik ve siyasal iktisat ile üretimin maddi ilerleyişinden oluşan bileşimin ürünüydü. Buradaki yenilik, bu ilerlemenin zaferinin özgül bir sınıf olarak burjuvazinin yükselişine ve zaferine bağlı olmasıydı.”
Tocqueville, merkezileşmenin Paris’in büyümesiyle sonuçlandığını aktarmıştır kitabında. İşçi sayısı Paris’te iki katına çıkarken, loncaların baskısı merkezde hissedilmeyecek noktaya gelirken, vergi avantajları şehrin büyümesine, «beyin kanamasına uğramasına neden olacak büyük bir kafa»nın oluşmasına yol açtığını aktarmıştır. Hobsbawm’ın önemli olmakla birlikte ayırt edici bir özellik olmadığını söylediği merkezileşme konusu, Tocqueville’de İhtilal’in, kendinden önce gelen süreçten ayrışan önemli bir niteliği biçiminde tarif edilmiştir.
Marx ise Tocqueville’in eleştirerek ifade ettiği merkezileşme özelliğini, Fransız İhtilali’nin ayırt edici yönlerinden biri olarak tarif etmiş ve bu görevin Napolyon tarafından noktalandığını ifade etmiştir:
“… Ulusun burjuva birliğini kurmak için bütün bağımsız yerel, bölgesel, belediyelere ve taşra illerine değgin iktidarı yıkmak görevini benimseyen birinci Fransız devrimi, zorunlu olarak mutlak krallık tarafından başlatılan işi, hükümet iktidarının merkezileşmesi, ama aynı zamanda genişliği, özel nitelikleri, ve aygıtı işini zorunlu olarak geliştirecekti. Napoleon, bu devlet mekanizmasının yetkinleşmesi işini tamamladı.”
Tocqueville kitabının beşinci bölümünün başlığını «halk rahatlatılmak istenirken nasıl ayaklandırıldı» biçiminde koymuştur. Yazar halkın çektiği acıların hem kral hem de burjuvazi tarafından ifade edildiğini belirtmiştir. Ancak bu durumun, halkta suçlunun üst sınıflar olduğu bilincinin oluşmasına neden olduğunu söylemiştir.İhtilali gerçekleştirecek olan kesimlerin sorunlarıyla, bu olasılığı görmeden ilgilenildiğini, ancak XVIII. yy.’da durumunu değiştirmek isteyen halkın galeyana geldiğini belirtmiştir Tocqueville. Fransız İhtilali; Avrupa’da gerçekleşen burjuva devrimleri sürecinin bir parçası olarak ama onlardan farklı bir biçimde gerçekleşmiştir. Toplumsal sözleşmenin konusu diğer yerlerde aristokrasi ve burjuvazi arasındaki gündemler üzerinden şekillenmiştir. İngiltere’de aristokrasi ile burjuvazi arasında bir sözleşme olmuş, ancak Fransa’da sözleşme üçüncü zümrenin hareket biçimi tarafından şekillenmiştir.
Fransa’da kapitalizmin karşımıza özellikle kırsal bölgelerde feodal bir maske taktığını belirten Moore, «Devrimin ardındaki Baldırıçıplaklar’dan ve bir kısım köylüden gelen radikal destek, açık ve sürekli bir kapitalizm düşmanı (anti-kapitalist) nitelik taşımaktaydı. … Kapitalistler bu zaferi kazanabilmek için, sık sık can düşmanlarının yardımını istediler.» demiştir. Üst sınıfların rollerinin gereğini yerine getirmeyişinin neticesinde özellikle Paris’li Baldırıçıplakların hareketinin köylülüğün desteğini almasıyla şekillenen, bu desteğin yitimiyle de son bulan İhtilal’i farklı bir noktadan değerlendirmiştir Moore, köylülüğün devrimin yazgısını belirlediğini ifade etmiştir.
Süreç Fransa’da farklı ilerlemiştir. Guerin ve Hobsbawm’a bakılırsa, o tarihte yeni palazlanmakta bulunan Fransız burjuvazisinin önünde bir cumhuriyet hedefinin olmadığı söylenebilir. Guerin, burjuvazinin çıplak kolluların saldırılarının kendileri için de tehdit oluşturması korkusunun onların duraksamasına yol açtığını ifade etmiştir:
«Parisli sansculotte’lar 14 Temmuz 1789’da Bastille’i ele geçirmiş olmasalardı Ulusal Meclis’in ayaklanması kralcıların süngüleriyle bastırılacaktı. Çıplak kollular 5 Ekim günü Versailles’a yürüyüp Meclis’i zorlamış olmasalardı İnsan Hakları Bildirgesi asla onaylanmayacaktı. Kırsal bölgelerden gelen karşı konulması imkansız baskı olmaksızın Meclis, 4 Ağustos 1789 gecesi feodal mülkiyet haklarına –yine de ürkekçe- saldırmaya cesaret edemeyecekti. 10 Ağustos 1792’de güçlü bir kitle hareketi oluşmasaydı feodallerin alacaklarının tazminat ödenmeksizin kamulaştırılması yasası asla çıkarılamayacaktı ve burjuvazi, cumhuriyet ya da genel oy hakkı gibi konularda duraksayacaktı. »
Sonrasında Marx da Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i kitabında burjuvazinin bu tutumunun yeğen Bonaparte’ı nasıl iktidara taşıdığını aktarmış, burjuvazinin kendinden emin hareket etmiyor oluşunun onu iktidarsız bıraktığına, ezilenlerin hareketinden ürküyor olmasının onu iktidarsız kıldığına işaret etmiştir.
Burjuvazinin ufku kralın yetkilerini sınırlamak ve meşruti bir monarşi çerçevesinde iktidara ortak olmakla sınırlı tarif edilmektedir. Uzun zamandır oluşturulan düşünsel çerçeve daha çok Montesqieu’nün İngiltere örneğinden hareketle şekillendirdiği meşruti monarşi perspektifini (kuvvetler ayrılığı vb. ilkeler cumhuriyeti değil, monarşiyi varsayıyordu) ifade etmektedir.
Ancak bu durum, Hobsbawm’ın Fransız İhtilali’ni «bir burjuva devrimi olarak, hatta daha çarpıcısı, burjuva devrimlerinin prototipi» biçiminde tarif etmesine engel olmamıştır. Onu bir model olarak görmüştür. Leroy-Beaulieu’ya gönderme yapan Hobsbawm, İhtilal’in ilkelerinin en azından Batı’da genel kabul gördüğünü ve kabul edilebilirlik sınırları içinde kaldığını belirttiklerini alıntılayarak, onun tipik yanının nerede bulduğunun işaretini de vermiş gibi görünmektedir. Fransız İhtilalinin çağın sorunlarıyla bağını koruduğu fikrini paylaşan Hobsbawm:
«Çünkü Fransız Devrimi, gerçekten de etkileri bakımından son derece evrensel, dünyayı önemli noktalarda kalıcı olarak dönüştürmüş ve bu anlamıyla dünyayı değiştirmeye devam eden güçleri öne çıkaran, en azından adlandırılmasını sağlayan bir olaylar dizisi….. ilham ve korku kaynağı…. Ulusal tarihlerin bir parçası,…. Fransız Devrimi insanlara, tarihin kendi eylemleriyle değiştirilebileceği duygusunu kazandırmış ve onlara, bugüne kalan şeyin, demokratik poltika ve sıradan insanlar adına şimdiye dek formüle edilmiş en güçlü sloganın «Özgürlük, Eşitlik Kardeşlik» olduğu bilgisini aşılamıştır….»
Kitabında Hobsbawm devrimin model olması bakımından tipik olduğunu vurgulamıştır. Sürecin farklı ülkelerde farklı ilerlemiş olduğuna dair göndermeler de yapılmış olsa, yaşananları niteliği bakımından değerlendirmiştir. Hobsbawm, 1789 yazıyla birlikte Şubat 1917’ye de gönderme yaparak, devrimde neyin önemli olduğunun kaçırıldığını belirtmiştir. O, kaçırılan noktanın hareketin yapısının değil, etkisinin ne olduğuna bakılmayışı biçiminde tarif etmiştir.
Hobsbawm’ın kitabında yer verdiği önemli tarama ve aktarımdan da görüleceği üzere, Fransız İhtilali üzerine yürütülen tartışmalar, güncel gelişmeler ışığında geliştirilerek sürmüştür. Rus Devrimi, devrimci parti bağlamındaki taraflaşmalar vb., tartışmaların ve araştırmalara ilişkin verilerin çeşitlenmesinde önemli bir rol oynamış görülmektedir.
Oysa, burjuva devrimlerinin tipik örneği olarak tanımlanan Fransız İhtilali’nin tam aksine atipik olduğu da söylenebilir. Kitleleri harekete geçirmesi bakımından, İhtilalin bir daha bir benzeri olmadığı, kendinden öncekilere de hiç benzemediği söylenebilir.
Guerin bu atipikliğin ipucunu Fransız İhtilali üzerine yazdığı kitabının geçmişe değil geleceğe dair bir çalışma olduğunu ifade ettiği bölümde vermektedir: “Fransız devrimi salt bir burjuva devrimi olmadığı için, onu, …. Konu günümüzdeki mücadeleler ve sorunlarla doğrudan bağıntılıdır; çünkü bir burjuva devrimi olduğu gibi, ezilenlerin kendilerini tüm baskı biçimlerinden kurtarmak için gerçekleştirdikleri ilk girişimdir. Daha yakından bakıldığında, devrimin başından itibaren, burjuvazi ile 19. Yüzyıl Fransız tarihçisi Michelet’in etkin bir ifade kullanarak «çıplak kollular» dediği zamanın işçileri arasında sınıf mücadelesinin yavaş fakat belirgin biçimde geliştiği görülebilir.
İlk önce, Fransız devrimi geniş halk kitlelerini harekete geçiren, uyuşukluktan kurtaran ve yine geniş çapta bu halk kitleleri tarafından gerçekleştirilen ilk modern devrimdir. 17. Yüzyılın İngiliz devrimi halk devrimi olmaktan çok askeri idi. Burjuva devriminin sınırlarının ötesine kısa bir süre için geçmiş olsa bile, esas olarak Cromwell’in püriten askerlerinin eseriydi; halk ayaklandırmamıştı. Bu devrim sırasında komüncü bakış açısı çok kısa bir süre için cesurca parlayıp sönmüş gibiydi.”
Guerin, kitlelerin burjuva devrimi gerçekleştirmek hedefiyle harekete geçmediğini, içinde bulundukları sefalete karşı hem kralcı mutlakiyete hem de burjuvaziye karşı bir mücadeleye giriştiklerini vurgulamıştır. Burjuvazinin ise hedefleri için ihtiyaç duyduğu kitlelerin kulağına «eşitlik, kardeşlik, özgürlük» sloganını fısıldadığını ifade etmiştir.
1793-1795 arası süreçte modern sınıf mücadelesinin embriyonunu gören Guerin kitabında, Babeuf’ün meclis konuşmalarına, Jacques Roux’un konvansiyon kürsüsündeki konuşmalarına, dilekçe örneklerine geniş yer vermiştir. Guerin, sansculotte’ların sözcüsü durumuna gelen Enrage’lerin burjuvazinin onları kendi iktidarları için kullanmak istediğinin farkında olduğunu belirtmiştir. Jack Roux’un bunu belirten sözlerine yer veren Guerin, henüz hem kapitalizm ve sözcüleri, hem de çıplak kolluların sözcülerinin genç olduğu ve mücadele içinde şekillendiğini ifade etmiştir.
Guerin’in de vurguladığı üzere, tarihte ilk kez yeni toplumun sömürülen sınıfının aktif rol üstlendiği bir devrim olmaktadır. Zira daha önce Spartaküs örneğinde olduğu gibi kölelerin efendilerine karşı ayaklanmaları görülmüş olsa bile, bunlar yeni toplumun sınıflarını harekete geçiren eylemler olmamıştı. Keza türlü köylü ayaklanmaları ya soyluların veya kilisenin değişik kesimlerini iktidara taşıyan eylemler olmuştu; ya da bu kesimlerin yer değiştirmeleri savaşlar sayesinde olmuştu. Bu bakımdan Fransız İhtilali yeni toplumun sınıfları arasındaki sınıf mücadelesinin rol oynayacağı ilk örnek olarak kendinden önceki tüm burjuva devrimlerinden ayrılmıştır.
Ancak bu vurgu, İhtilal’in niteliğine ilişkin bir tartışmayı ifade etmemektedir. İhtilal’in bu farklı yanı onun burjuva devrimi olma karakterini ortadan kaldırmamıştır. Marx, 1789’un rolünü «.. mutlak monarşi zamanında, Birinci Devrim sırasında ve Napoleon zamanında, bürokrasi, burjuvazinin sınıf egemenliğini hazırlama aracından başka bir şey değildi. …. Ancak İkinci Bonaparte zamanındadır ki, devlet, tamamıyla bağımsız olmuş gibi görünür…. » biçimde tarif etmiştir.
Eski rejimi tasfiye etmek isteyen Tiers Etat homojen bir sınıf değildi. Kitleleri bu dönemde yönlendiren öncü, burjuvazinin sözcüsüydü. Yeni bir saldırı için bekleyen ve taviz vermek istemeyen eski güçlerin karşısında, Hobsbawm’ın kitabına ek olarak koyduğu Gramsci’nin Hapishane Notları’nda da aktardığı üzere, Jakoben’ler önemli bir rol üstleniyorlardı:
“… bütün Fransız Devrimi’nin ayrıca bir grup içindeki, burjuvaziyi kıçından tekmeleyerek ilerleten son derece enerjik ve kararlı insanların karakteristiği olan bu özellik, aşağıdaki şekilde şematize edilebilir: Tiers etat en az homojen gruptu, diğerlerinden apayrı bir entelektüel elit kesime ve ekonomik bakımdan çok ileri, ama siyasal bakımdan ılımlı bir gruba sahipti. … Devrim’in öncüleri aslında ılımlı reformculardı; çok bağırıp gürültü çıkarıyor, ama gerçekte çok az şey talep ediyorlardı. Zamanla bu grup içinde yalnızca kendi özgül çıkarlarına odaklı reformlarla ilgilenmeyen, bunun yanında, burjuvaziyi bütün halk güçlerinin hegemonik grubu olarak kavramaya da eğilimli yeni bir kesim doğurdu. …”
İhtilal’in ortaya çıkmasına Aydınlanma düşünürlerinin fikirlerinin yön verdiğini söylemek ne kadar adetten ise de bu doğru ve mümkün gözükmemektedir. Zira bu özgün biçimiyle gerçekleşen devrimin itici gücü olan ve tamamına yakını eğitimsiz okuma yazması olmayan yığınların bu fikirlere erişmiş ve oradan feyz almış olması madden mümkün değildir. Hatta bu kalkışmanın gerçekleşmesini sağlayan yeni ortaya çıkan emekçi kesimlerin ve özellikle köylülüğün yaşanan gelişmelerin getirdiği yükten yıldığı belirtilmiştir. Tocqueville özellikle köylülüğün eski düzeni arar bir durumda olduğunu belirttir. Ancak İhtilal’in başlangıcında harekete karakterini veren özgür olmak arzusunda olan en alttakilerle, onların öncülüğünü ilk aşamada ellerine almayı becerebilen Jakobenlerdir.
Marx, bu süreci devletin bebeklik çağına adım atışı biçiminde tarif etmiştir. İkili iktidar durumunun yaşandığı sürecin sonunda Guerin burjuvazinin, proletaryayı köleleştirdiği mekanizmayı oluşturduğunu ifade etmiştir Fransız İhtilalinin. Gramsci, «eşitlik, kardeşlik, özgürlük söylemiyle» Jakobenler’in halkı harekete geçirdiğini, kendilerine yürekten inanan kitlelerin hareketinin, ulusun ortak çıkarları için mücadele biçimine büründürülerek, burjuvazinin bütün bu güçlerin başına geçirilmesi sürecini yönettiğini belirtmiştir:
“… Çünkü onlar bir burjuva yönetim kurmakla, yani burjuvazinin egemen sınıf olmasını sağlamakla kalmamışlar, daha da ileri giderek, burjuvaziyi ulusun önder, hegemonik sınıfı haline getiren burjuva devleti yaratmışlardı. Başka bir ifadeyle, yeni devlete sürekli bir temel kazandırmışlar ve birleşik bir modern Fransız ulusu yaratmışlardı.”
Ancak sürecin diktatörlüğe varmasına neden olan durum İhtilal’in hemen ardından yaşanan gelişmelerle belirlenmiştir. Esas bir bağ kurulacaksa Aydınlanma düşünürlerinin temsil ve yetkilerin devri ile diktatörlüğe varılması arasındaki bağı kurmak mümkündür.
Tocqueville kitabında İhtilal’in ekonomik bakımdan bir takım reformları gündemine aldığını, ancak siyasal olarak sadece kamu yararını gözeten ve kişilerin farklılıklarını dahi sorun olarak gören bir iktidarın ortaya çıktığını ancak böylece kaynağını Tanrıdan alan kralın da ortada kaldığı, herhangi bir geleneğe bağlanmayan devletin ortaya çıktığını aktarır. Ancak bu devletin yönetim biçimi diktatörlüğe varmıştır.
Bu durum İhtilal’in sonrasında ortaya çıkan devletin esas niteliğini oluşturmuştur. Kitleler tarafından iktidara gelen, tüm yetkileri kendinde toplayan ve denetlenmesinin yolu olmayan bir diktatörlük ortaya çıkmıştır. “… Devletin yöneticisi ve gerçek kişilerin vasisi olan tek ve alabildiğine güçlü bir idareydi…. Uçsuz bucaksız bir idari merkeziyetçilik … ulus, egemenliğin tüm haklarına sahip oldu, teker teker her bir yurttaş ise, en dar bağımlılığın içinde sıkıştırıldı…” demiştir.
SİNEMADA FRANSIZ DEVRİMİ
- ‘La Marsailles’, (1937)
- ‘La Seine no, (Anime, 1975) Japoncaİtalyanca
- ‘Versay’ın Gülü(Versailles no Bara, Fransızca: La Rose de Versailles, İngilizce: Lady Oscar)’, (Anime, 1979-1980) Açılış ve Bitiş
- “The French Revolution”, ‘History of the World Part I (Komedi, 1981)’ filminden Fragman
- ‘La Nuit de Varennes’, (1982)
- ‘Révolution française’, (1989) Fragman
- ‘Danton’, (1983)
- L’Anglaise et le duc, (2001)
- ‘Marie Antoinette’, (2006) Fragman
- ‘Chevalier (Anime, 2006-2007)
- Goya’s Ghosts (2007)
- Les Misérables (2012)
SİNEMADA MARİA ANTOİNETTE
Tarihi bir ikon haline gelen Marie Antoinette’i konu edinen birçok sinema filmi yapılmıştır. En meşhuru, 1938 yapımı Marie Antoinette’dir. Stefan Zweig‘in Marie Antoinette biyografisi baz alınarak MGM stüdyolarında hazırlanan film, milyonlarca dolara mal olmuştur. Üç saatten biraz uzun olan film, dekorları ve kostümleri sayesinde, kısa sürede büyük bir hit olmuştur.
Başroldeki aktris Norma Shearer, Marie Antoinette’in hayatını her yönüyle araştırmış ve rolüyle adeta özdeşleşmiştir. Bugün bile onun canlandırdığı Marie Antoinette portresi canlılığını ve doğallığını korumaktadır. Bu rolüyle Oskar’a aday gösterilmiş ancak Oskar’ı, Jezebel filmindeki rolüyle, Bette Davis‘e kaptırmıştır. Hala birçok kişi, Norma Shearer’in sinemada Marie Antoinette karakterine son noktayı koyduğunu düşünmektedir. Film Arjantin‘deEva Perón‘un öyle çok beğenisini kazanmıştır ki, Perón saçlarını sarıya boyatmıştır.
Marie Antoinette karakteri Madame du Barry ve Napoléon Bonaparte‘ı konu alan birkaç Fransız filminde de kullanılmıştır.
Daha önce bahsi geçen “elmas gerdanlık olayı” iki filme konu olmuştur. Bunlardan ikincisi 2001 yapımı “The Affair of the Necklace”dır. Kontesin lehine gerçekleri saptıran aşırı romantik film, eleştiri yağmuruna tutulmuştur. Joely Richardson‘ın Marie Antoinette’i canlandırdığı filmde ayrıca Hilary Swank,Jonathan Pryce, Adrien Brody, Brian Cox ve Christopher Walken rol almıştır.
Ettore Scola‘nın “La Nuit de Varennes”i (1982) XVI. Louis ve Marie Antoinette’nin başarısız kaçma teşebbüsünü işler.
1989’da Fransız tarihçi André Castelot “L’Autrichienne” (Avusturya’lı) adlı filmin senaryosunu yazmıştır. Fransız Devrimi esnasında Marie Antoinette’in devrimciler tarafından “Avusturya’lı kaltak” olarak adlandırılmasından esinlenen film Pierre Granier-Deferre tarafından yönetilmiştir. Başrolünü Almanşantöz Ute Lemper‘in oyandığı film 1793‘teki mahkeme kayıtlarına dayandırılmıştır.
1995‘de James Ivory tarafından yapılan, “Jefferson in Paris” (Jefferson Paris’te) adlı film, Fransız Devriminden önceki dönemde Amerika‘nın Fransa büyükelçisi Thomas Jefferson‘un başından geçenleri anlatır. Başrolünü Nick Nolte‘in oynadığı filmde Marie Antoinette Charlotte de Turckheim tarafından ve XVI. Louis Michael Lonsdale tarafından canlandırılmıştır.
Amerika’lı yönetmen Sofia Coppola‘nın Antonia Fraser‘ın biyografisinden uyarladığı “Marie Antoinette” adlı filmin çekimlerine 2005 yılında başlanmış ve bazı sahneler Versay Sarayı‘nda çekilmiştir. Kirsten Dunst Marie Antoinette’i, Jason Schwartzman XVI. Louis‘yi, Asia Argento Madame du Barry‘yi, Rip Torn XV. Louis‘yi ve Marianne Faithfull, Marie Antoinette’in annesi İmparatoriçe Maria Theresa‘yı canlandırmıştır. Film ilk kez Cannes Film Festivali‘nde gösterilmiş (2006), seyircilerin kuvvetli alkışını almış ve bir grup izleyici tarafından yuhalanmıştır. En iyi kostüm dalında Oscar ödülünü almıştır.
SOFİA COPPOLA
14 mayıs 1971 doğumlu Amerikalı senarist, yönetmen, yapımcı ve oyuncudur. 2003 yılında Lost in Translation filmi ile En iyi orijinal senaryo dalında oscar kazandı. Ayrıca en iyi yönetmen dalınd aday gösterilen üçüncü kadın oldu. 2010 yılında Somewhere filmi ile Golden Lion kazanan ilk Amerikalı kadın oldu. (aynı zamanda dördüncü Amerikalı yapımcı) Babası yönetmen, yapımcı ve senarist Francis Ford Coppola’dır.
Sofia Collopa, New York’da doğdu. Dekoratör Elenor Coppola ve yönetmen Ford Coppola’nın en küçük çocuğu ve tek kızıdır. Babası İtalyan asıllıdır. 15 yaşındayken Channel’da staj yaptı. 1989’da St. Helena lisesini bitirdi. Daha sonra Miss college ve California Institute of the Arts’a gitti. Koleji bıraktıktan sonra Şu an sadece Japonya’da satılan Milkfed denilen giyim mağazası zincirini başlattı.
Oyunculuk kariyeri henüz bebekken babasının yönettiği filmlerle başladı. Babasının yönettiği yedi filmde yer aldı. En bilineni The Godfather filminde Michael Francis Rizzi’nin vaftiz sahnesinde görünmesidir. Coppola diğer iki filmd de yer aldı. İkinci bölümde göçmen bir çocuğu üçüncü filmde ise Michael Corleone’nin kızı rolünde göründü. Aslında bu rolü Winona Ryder oynayacaktı. Ama vazgeçti.
Coppola babasının başka filmlerinde de rol aldı. The Outsiders (1983) Matt Dillon ile bir sahnede, Rumble Fish (1983), The Cotton Club (1984), ve Kathleen Turner’ın kardeşi rolünde Peggy Sue Got Married (1986).
Frankenweenie (1984) babası ile alakası olmayan ilk filmi oldu. 1989 yılında Life Without Zoe filmini babası ile yazdı. Bu filmi yönetti.
1990 yılında The godfather III filmindeki rolü ile en kötü yardımcı kadın oyuncu ce en kötü yeni srat dalında altın Ahududu aldı. Bunun ardından oyunculuk kariyerini sonlandırdı. Bununla beraber 1992 yılında Monkey Zetterland adlı bağımsız filmde rol aldı. Bazı filmldlerde arkadaşları ve ailesi ile beraber göründü. Mesela Saché olarak George Lucas’ın Star Wars Episode I: The Phantom Menace filminde (1999) Söyleşilerde Altın ahududu almaktan dolayı üzülmediğini çünkü aslında asla oyunculuk kariyeri yapmak istemediğini söylemiştir.
1990’larda bir çok müzik klibinde göründü. The Black Crowes’ “Sometimes Salvation”; Sonic Youth’un “Mildred Pierce”; Madonna’nın “Deeper and Deeper”; the Chemical Brotherın’ “Elektrobank kliplerinde. Bunları gelecekteki eşi Spike Jonze yönetti. Daha sonra Phoenix’in “Funky Squaredance klibinde göründü.
Coppola’nın ilk kısa filmi Lİck the Star’dır. (1998) Bağımsız film kanallarında bir çok kez gösterildi. İlk uzunn metrajı 1999’da yaptığı Virgin Suicides’dır. 2000 yılında Sundance film festivalinde premierei yapıldı.
İkinci filmi Lost in translation (2003) dır. Özgün senaryo dalında Oscar ve en iyi müzikal ve en iyi komedi de dahil olmak üzere üç dalda altın küre kazandı. Lina Wertmüller ve Jane Campion’ına rdından Oscar’a aday olan üçüncü kadın yönetmen oldu. Ayrıca özgün senaryo dalında kazanan ikinci kişi oldu. (Campion – 1994)
Üçüncü filmi İngiliz tarihçi Antonia Fraser’in yazdığı biyografiden uyarlama olan Marie Antoinette oldu. Filmilk defa 2006 yılında Cannes’da göserildi. Eleştirmenler ikiye ayrıldı.
Dördüncü filmi Somewhere (2010)’dir. Film Chateau Marmont’da çekildi. Film “kötü bir çocuğun” (Stephan Dorff)hayatına beklenmedik bi r şekilde giren kızı ile (Elle Fanning) yaşadıklarını anlatan bir yapımdı.
Coppola’nın en yeni filmi, The Bling Ring’dir. Bu film 2008 ve 2009’da ünlülerine vlerini soyup 3 milyon dolar vurgun yapan Bling Ring çetesinin gerçek hikayesinden esinlenilerek çekild. Emma Watson, Taissa Farmiga, Leslie Mann, Katie Chang, Claire Julien ve Israel Broussard rol aldı. Film 2013 yılında Cannes film festivali Un Certain Regard seçkisinin açılış filmi oldu.
2013 Aralık ayında, American Zoetrape, A Memoir of My Father adlı eserin film hakkını aldı. Coppola kitabı Andrew Durham ile filme adapte edecektir. Filmin yapımcısı da kardeşi Roman’dır.
2014 Mart’ında Caroline Thompson’ın senaryosunu yazdığı Little Mermed filmi yönetmenliği için görüşüldüğü bildirildi. 2015’de yaratıcı farklılıklar nedeni ile adaylıktan çıkarıldığı açıklandı.
1990’ların ortalarında en iyi arkladaşı Zoe Cassavetes ile beraber underground müzik sanatçıları hakkında Hi octane adlı kısa ömürlü bir dizi yaptı. Dizi dört bölüm sonra kaldırıldı.
2008 Aralık ayında, Coppola’nın ilk reklam filmi bri Gossip girl bölümü içinde gösterildi. Reklam fransada çekildi. Reklamveren Christian Dior’du. Filmde Miss Dior Cherie ve model Maryna Linchuk rol aldılar. Reklam filmi youtube’da halaoldukça popülerdir.
Ekim 2014’de Gap için noel reklam filmlerini çıkardı. Ekim 2014’de Bil Murray The ellen DeGeneres Show’da Coppola ile noel özel çalışması yaptıklarını söyledi. Mayıs 2015’de A very Murray Chrsitmas adlıyapımım ilk fragmanı yayınlandı. Aralıkta Netflix’de yayınlanması bekleniyor.
1990’ların başında Seventeens ve YM gibi genç kız dergilerinde göründü. 1998’de Japonya’da Milk Fed adlı giyim mağazaları zincirinin kurucularından oldu.
2002 yılında moda tasarımcısı Marc Jacobs onu evini,n parfümünün tanıtım yüzü olarak seçti. Coppolanın resimlerini fotoğrafçı Jurgen Tellers çekti.
Temmuz 2013’de Elle Dergisinde paris Hilton’un Coppola tarafından çekilen resimleri yer aldı.
1999’da yönetmen Spike Jonze ile evlendi. 1992’de tanıştılar, 2003’de boşandılar. Coppola ikinci eşi Thomas Mars ile paris’te yaşamaktadır. Fransız müzik grubu Phoenix’in şarkıcısı. 2006 da ilk kız çocuğu Romy’yi dünyaya getirdi. İkinci kızı Cosima New York’da doğdu. Coppola ve Mars 2011’de İtalya’da evlendi.
Ödüller
2003 yılında Lost in Translation ili üç Oscar’a aday oldu. En iyi film, en iyi yönetmen ve en iyi özgün senaryo. En iyi özgün senaryo dalında oscaraldı.
En iyi yönetmen adaylığı Lina Wertmüller ve Jane Campion’dan sonra bu alda aday göserilen üçüncü kadın olmasını sağladı. 2010 yılında Kathryn Bigelow bu aladna gösrterilen dördüncü kadın oldu ve kazandı. Bununla beraber coppola bu alanda aday gösterilen en genç kadınoldu.
Dedesi Carmine Coppola ve babası Ford Coppala ile beraber üç nesil boyu Oscar alan bir aile oldular.
Bu şekilde Oscar alan ilk aile Huston ailesi idi. Walter, John ve Anjelica.
Lost in Translation aynı zamanda en iyi senaryo dalında Golden Globe kazandı, BAFTA’ya aday oldu.
Ekim 2010’da Somewhere, 67. Venedik film festivalinde Golden Lion kazandı.
MARİA ANTONİETTE FİLMİ
KONUSU
Marie Antoniette, Sofia Coppola’nın yazıp yönettiği 2006 yapımı tarihi drama filmidir. Fransız devrimine kadar kraliçenin yaşamını konu eder. En iyi kostüm alanında Oscar kazanmıştır.
14 yaşındaki Avustruya arşidüşesi Maria Antonia Josephina Johanna Habsburg (Kirsten Dunst), güzel ve büyüleyici bir genç kızıdır. Maria Theresa’nın (Marianne Faithfull) kızıdır.
1770 yılında, kız kardeşleri arasında evlenmeyen bir tek kendisi kalmıştır. Annesi onu Fransa veliahdı ile evlenmesi için yollar. Veliaht gelecekte XIV. Louis olacaktır (Jason Schwartzman). Bu evlilik sayesinde iki ülke arasında ittifak kurulabilecektir. Marie Fransa’ya gdider. Kral ile buluşur ve Versay sarayına giderler. Bu saray kralın büyük büyük babası tarafından yaptırılmıştır. Evlenir ve gelecekteki taht sahibini dünyaya getirmek isterler. Ancak evlilik gecesi hiçbir şey olmaz.
Zaman geçer, Marie Versay’daki hayatı boğucu bulmaya başlar. Saray mensupları bir yabancı olduğu için onu küçümsemektedirler. Ayrıca bir varis doğuramadığı iin de onu suçlarlar. Fransa’nın devlet ritüellerini de kulak arkası etmektedir. Marie Antoniette Lois XV’in metresi madam edu Barry ile de görüşmeyi kabul etmez.
Yıllar boyunca annesi, Marie’ya bir varis doğurması gerektiğini söyleyip durur. Ancak eşi ona dokunmamakta ve evlilikleri çocuksuz olarak devam etmektedir. Marie çoğu zamanını ayakkabı, elbise, mücevher almak, hamur işi yemekler yemek ve kumar oynamakla geçirmektedir. Birden kral çiçek hastalıüına yakalanır. Batty’ye versailles sarayını terk etmesini emreder ve ölür. Şimdi kralın erkek torunu ve üvey kız torunu Fransa’nın hâkimidir.
Marie’nin erkek kardeşi Joseph II, Kutsal Roma İmparatoru, (Danny Huston) kadını ziyarete gelir. Joseph, Louis XVI ile kraliyet hayvanat bahçesinde buluşur ve ona cinselliğin nasıl bir şey olduğunu anlatır. Kral ve Marie ilk defa birlikte olurlar ve 18 aralık 1778’de bir kızları olur. Prenses Marie Therese. Kızın büyümesi ile, Marie Antiaonette, Versay sarayının bahçesindeki Petit Trianon adlı küçük şatoda çok vakit geçirmeye başlar. Bu zamanlar anı zamanda Axel Fersen (Jamie Dornan) ile ilişkisinin başaladığı zamandır. Fransada mali kriz başlari Kırlık ve isyanlar artar. Marie Antoinette halktan tamamen bir imaj çizer. O lüks içinde yaşamaktadır. Artık onun takma adı Madame Déficit’dir. (Bayan hesap açığı)
Olgunlaşmaya başladıkça sosyal hayattan uzaklaşıp, aile hayatına yoğunlaşmaya başlar. Mali ayarlamalar yapmaya girişir. Bir sene sonra 29 Kasım 1780’de annesi ölür.
Marie 22 Ekim 1781’de bir erkek çocuk doğurur. Louis Joseph. 27 Mart 1785’de bir erkek çocuk daha doğurur. Louis XVII. 9 Temmuz 1786’da Prenses Sophia adını verdikleri bir kız çocuk dünyaya getirir. Ancak ne yazık ki kız çocukları, 19 Haziran 1787 yılında ölür.
Fransız devrimi, Bastille fırtınası ile patlak verince, bir çok kraliyet ailesinin tersinei Fransız kraliyet ailesi Fransa’da kalmayı tercih eder. İsyancılar aileyi Versay’dan ayrılmaya zorlar. Film ailenin Tuileries sarayına gönderilmeleri ile son bulur. Son sahnede Marie Antionette’nin yatak odası isyancılar tarafından yerle bir edilir.
ÇEKİM AŞAMASI
Filmin çekimi için ekibe Versay sarayına girişte geniş bir imkan sunulmuştur. Film Marie Antoinette’nin gerçekten yaşadığı yerlerde çekilmiştir. Bunun için Fraser’in biyografik eseri temel alınmıştır. Coppla çekim tarzının Stanley Kubrick, Terrence Malick ve Milos Forman’In uzluplarından ilham aldığını belirtmiştir. Ayrıca Ken Russel’İn rock operası Lisztomania’dan da ilham aldığını söyler.
Sahneler Versay sarayında, Saraydaki Petit Trianon’da, Paris Opera’da (aslında Marie antoinette’Nin ölümünden sonra inşa edilidi) Vaux-le-Vicomte, Château de Chantilly, Hôtel de Soubise ve Viyana’daki Belvedere’de çekildi.
Milena Canonero ve altı yardımcı desinatörü önlüki şapka, elbvise takımları ve kostüm parçaları ürettiler. Kiralanmış on evde çalıştılar. Nakliyeden sorumlu yedi şoförleri vardı. Ayakkabışar Manolo Blahnik and Pompei vehundreds of wigs tarafından yapıldı.
Peruklar Rocchetti & Rocchetti tarafından üretildi. DVD’de yayınlanan yapım aşaması belgeselinde de belirtildiği gibi, Count von Fersen, 1980’lerin rock starları Adam Ant’dan esinlenilerek oluşturuldu. Ladurée film için hamur işleri yaptı. Ünlü makarnaları marie Antoinette ve büyükelçi merci arasındaki sahnede kullanıldı.
MÜZİKLERİ
Film müzikleri albümünde New Wave ve post-punk grupları New Order, gang for four, the cure, Siouxsie and the Banshees, Bow Wow Wow, Adam and the Ants, the Strokes, Dustin O’Halloran ve the Radio Dept yer alır.
Bazı sahnelerde Jean-Philippe Rameau, Antonio Vivaldi ve François Couperin’in eserlerine yer verir. Albümde elektronik müzik yapan müzsiyenler Squarepusher ve Aphex Twin de yer alır.
KOSTÜMLER
XVIII. yüzyıl Avrupa kadın modasında, Fransız Devrimi dönemine kadar egemen stil Rokoko idi. 1789 Fransız Devrimi dönemi, kısa bir süreliğine de olsa giyimde, varlıklı insanlar da dahil, bir sadeleşmeyi beraberinde getirmiştir. Korku ve sertliğin hüküm sürdüğü yıllarda, şatafatlı giyim tarzı sona ermiş, koyu renkler, daha ucuz malzemeler ve özellikle de pamuklu kumaşlardan daha sade giysiler giyilmiştir. Devrimciler, aristokrasi ve zengin orta sınıfın giyim ve kuşam tarzına karşı bir tepki olarak, alt sınıfların giysilerini bir ideolojik propaganda aracı olarak kendilerine uyarlamışlardır…
Devrim sonrasında, devrim öncesi dönemin kabarık etekli silüetiyle büyük tezat oluşturan silindirik biçimli ‘Ampir’ stili elbiseler popüler olmuştu. Kısa süre içinde devrimin ideolojisi geride bırakılmış; giyim, eski hiyerarşik düzenine geri dönmüştür. Devrim sonrasında giysilere baktığımızda çok kısa süren bir sadelikdöneminden sonra giysilerin, devrimin etkisinden kurtularak yalnızca biçim ve moda değiştirerek eski ihtişamlı günlerine döndüklerini, yoksullar içinse değişen birşey olmadığını görürüz.
Devrim ile birlikte şatafatlı giyim tarzı sona erdi. Bu devrim, tüm geçmişi yıkmayı, gelenekleri, inançları ve toplumsal sınıf ayrılıklarını ortadan kaldırmayı amaçlıyordu. Korku ve sertliğin hüküm sürdüğü bir evreye girilmişti. Sertlik, kıyafetlere de yansımıştı. Giyimin ana çizgilerinde ideolojik akımların etkileri görülmekteydi. Aristokrat giyim anlayışının süslenme, zariflik ve asalet simgelerine dayanan giyim tarzı artık yerini burjuva anlayışının sade ve pratik olan giyim tarzına bırakmaya başlamıştı.
Devrim döneminde, kısa bir süreliğine de olsa, yaşam da sadeleşmişti. Kostümde de, anahtar kelime ‘sadelik’ idi ve koyu renkler, daha ucuz malzemeler ve özellikle de pamuklular, önceki dönemin ipek, kadife, dantel, kurdela gibi lüks materyallerin yerini almıştı. Bütün teori, tüm sınıfların, birbirine karışmış olduğu ve giysilerde de bunun bir yansıması olarak eşitliğin kabul edileceğiydi. Pek çok varlıklı insan da, yalın bir kılık kıyafeti benimsemek durumunda kaldı. Hükümetlerin birbiri ardına hızla değiştiği bu sıcak günlerde, onsuz gözükmek tehlikeli olacağından, üç renkli nasyonel kokart, her kostümde göze çarpmaktaydı.
Marie Antoinette de, daha once de bahsettiğimiz gibi, devrim öncesinde, ‘Chemise a la reine’ olarak da adlandırılan, bu elbisenin bir benzerini giymişti. Genelde transparan olduklarından içlerine beyaz ya da pembe renkte çoraplar giyilirdi. Hatta bazen Antik Yunan heykellerindeki giysilerin kıvrımlarını andıracak gibi vücuda yapışık durması için kumaşları nemlendirilirdi. Bu elbiselerin altına topuksuz terlikler giyiliyordu. Saçlar da benzer bir yaklaşımla sadeleştirilmişti ancak saça yerleştirilen deve kuşu tüyleri gündüz vakitlerinde dahi kullanılıyordu ki bu moda da İngiltere’ ye sıçramıştı. Eski Rejim’ in nakışlı ceketleri, sırmalı elbiseleri, pudralı saçları, perukaları ve özenle hazırlanmış başlıkları kullanılmaz olmuştu. “Doğaya Dönüş” dönemin çığlığıydı.
GİŞE BAŞARISI
ABD’de ve Kanada’da açılışta film 859 salonda gösterime girmiş ve 5,361,050 dolar kazanmıştır. Kısa zamanda 15 milyon dolara ulaşmıştır. Tüm dünyada 61 milyon dolar kazanmıştır. Fransa’da 7 milyon solar kazınırken, ingilitere’de sadece 1,727,858 dolar elde eder. Yurt dışında en büyük başarısı Japonya’dadır. Japonya’da 15,735,433 dolar kazanmıştır. Filmin bütçesi 40 milyon dolardır.
Adaylıklar ve ödüller
En iyi kostüm Oscar kazandı
Üç BAFTA ödülüne aday oldu. En iyi sanat yönetmeni, en iyi kostüm ve en iyi makyaj-saç.
2006’cı Cannes film festivalinde Marie eantoinette Altın palmiyenin resmi seçimi oldu ve Cinema Prize of the French National Education System kazandı.
Gotham Ödüllerine aday oldu.
Washington, D.C. Area Film Critics Association Awards’da en iyi sanat yönetmeni ödülü aldı.
The Las Vegas Film Critics Society Awards ve Phoenix Film Critics Society Awards’da En iyi sanat yönetimi ve en iyi kostüm tasarımı alanında ödül aldı.
MARİA ANTOİNETTE KARAKTERİNİN İNCELEMESİ
Fransa tahtına geçtiğinde yaşanan ani değişim de bir o kadar çarpıcıdır; aradan geçen zaman içinde dehşetengiz bir görünüm almış olan Marie-Antoinette portresinin üzeri, hanedana yaranmak için en ağır renklerle örtülür. Bu dönemden kalma resimlerden bir tanesi yoktur ki , onu çevresinde bir tütsü bulutu ve başının üstünde bir azize halesi olmadan göstersin. Bir ağıtı bir diğeri izler, Marie-Antoinette’in dokunulmaz fazileti ateşli bir şekilde savunulur , fedakarlığı , ruhunun iyiliği , her lekeden arınmış kahramanlığı şiirde ve düzyazıda övülür,hakkında bol bol anekdotlar anlatır , çoğunlukla aristokrat ellerin işlediği ve bolca gözyaşının ıslattığı anekdotlar peçesi , Reine Martyre’in çilekeş kraliçenin nur yüzünü sarar.
Ruha ilişkin gerçek, çoğu zaman olduğu gibi burada da ortaya yakın bir yerdedir. Marie-Antoinette ne kraliyetçilerin övdüğü gibi büyük bir azizeydi ne de Devrim’in ileri sürdüğü gibi bir grue , yani bir fahişeydi ; aksine vasat bir karakterdi , aslında sıradan bir kadındı , öyle pek zeki olmayan pek de çılgın sayılmayan , ne ateş ne buz olan , iyiye yönelik olağanüstü bir güç de , kötüye yönelik en ufak bir azim de taşımayan , dünün , bugünün ve yarının ortalama kadını , iblisçe eğilimlerden uzak , kahramanlık iddiası taşımayan ve bu yüzden de ilk bakışta bir trajediye konu olamayacak bir kadın.Ama tarih denen o büyük Demiourgos ortaya tüyler ürpertici bir dram çıkarmak için başrolü oynayacak bir kahraman kimliğine hiç de gerek duymaz.Trajik gerilim yalnızca bir kişinin olağanüstü büyüklüğünden çıkmaz , her an bir insanın kendisiyle yazgısı arasındaki uyumsuzluktan da kaynaklanabilir.Bu gerilim , dramatik bir görünüm alabilir.
Olağanüstü güce sahip bir kahraman, bir deha, doğuştan içinde taşıdığı görevi fazla dar, fazla düşmanca bulduğu çevresiyle kavgaya giriştiği zaman olduğu gibi , örneğin Saint-Helena’daki dört duvar arasında boğulan bir Napoleon , sağırlığının zindanına hapsolmuş bir Beethoven. Ölçüsünü ve akacağı yönü bulamamış bir büyük kişilik söz konusuysa bu her zaman , her yerde böyledir.Fakat vasat , hatta zayıf yaradılışta bir kimse dehşetli bir yazgının , kendisini ezen , mahveden kişisel sorumlulukların trajik olanın bu türünü ben insani yönden daha duygulandırıcı olarak görmeye eğilimliyim.Çünkü olağanüstü insan , farkında olmadan kendine olağanüstü bir yazgı arar ; kahramanca ya da Nietzsche’nin sözüyle ‘’tehlikeli’’ yaşamak , bu yazgının olağanüstü boyuttaki doğasına organik olarak uyar ; içinde var olan devasa iddiasıyla , dünyaya cebren meydan okur. Bu bakımdan dahi karakter nihayetinde çektiği çileden kendisi de sorumludur, çünkü içindeki misyon gereği girişeceği ateşle sınavı , son gücünü ortaya koyasıya , mistik bir ısrarla arzulamaktadır ;fırtına , martıyı nasıl taşırsa onu da güçlü kaderi hızla öyle yükseğe kaldırır.
Vasat karakter ise daha yaradılıştan, barışçıl bir yaşama biçimine ayarlanmıştır , büyücek gerilimler istemez , gereksinmez , sakin sakin ve gölgede tek uğraşamamış olan Maria Theresia , günün birinde dehşetle şunu görür : Müstakbel Fransa Kraliçesi , on üç yaşında olduğu halde ne Almancayı ne Fransızcayı doğru dürüst yazabilmektedir , tarih ve genel kültür konusundaki başarısı da , piyano dersi aldığı kişi , büyük piyanist Gluck olmasına rağmen , o kadar parlak değildir.İş işten geçtikten sonra , şimdi bütün bu eksiklikler giderilecek , oyun çocuğu tembel Toinette , yetiştirilip kültürlü bir hanımefendi haline getirilecektir.
Bir müstakbel Fransa Kraliçesi için önemli olan , en başta doğru dürüst dans edebilmesi ve düzgün bir aksanla Fransızca konuşmasıdır ; Maria Theresia bu amaçla büyük dans üstadı Noverre’i ve Viyana’da turnede bulunan bir Fransız kupanyasının iki aktörünü , biri telaffuz, biri şan dersleri vermesi için görevlendirir. Fakat Fransız Elçisi, bu haberi Bourbon Sarayı’na bildirir bildirmez Versailles hakarete uğramışçasına bir tepki gösterir: Gelecekte Fransa’ya kraliçe olacak bir kızın ne idüğü belirsiz komedyenlerden ders alması olacak iş değildir. Alelacele , yeniden diplomatik temaslara girişilir ; çünkü Versailles Sarayı , Dauphin’e eş olması önerilen kimsenin eğitimini şimdiden kendi işi olarak görmektedir;uzun uzadıya düşünüşüp taşınıldıktan sonra , Orleans Piskoposu’nun tavsiyesiyle Başrahip Vermond öğretmen olarak Viyana’ya gönderilir ; on üç yaşındaki arşidğles hakkında elimizdeki ilk güvenilir belgelerin kaynağı bu kişidir.Vermond , kızı tatlı ve sempatik bulmaktadır.
Kendisi şirin bir çehreye sahiptir ve tavırlarında akla gelebilecek en büyük zarafet mevcuttur ve eğer boyu biraz uzarsa ki bunu umut etmek için sebep vardır , yüksek bir prenseste olması arzı edilebilecek her nevi letafete haiz olacaktır.Karakteri ve mizacı fevkaladedir.
Fakat sagıdeğer rahip , öğrencisinin somut olarak sahip olduğu bilgileri ve öğrenme hevesi üzerine bilgi verirken çok daha dikkatli davranmaktadır.Aklı havada , dikkatsiz , haşarı , cıva gibi kıpır kıpır olan küçük Marie-Antoinette , kavrayışı gayet işlek olduğu halde , herhangi bir ciddi konuyla uğraşmak yönünde asla en küçük bir eğilim bile göstermemiştir.
Zekası birçoklarının uzun zamandır tahmin ettiğinden çok daha fazladır , fakat maalesef bu zeka , on iki yaşına gelinceye kadar herhangi bir şey üzerine yoğunlaşmaya alıştırılmamıştır.Biraz tembellik ve bir hayli kolaycılık , kendisiyle ders yapmamı ayrıca güçleştirdi. Altı hafta içinde edebiyatın ana hatlarına başladım , kendisi her şeyi iyi kavrıyor , doğru hükümlere varıyordu ; fakat gereken kabiliyetin mevcut olduğunu hissettiğim halde , mevzuların derinine inmesini sağlamayı başaramadım. Sonunda kabul etmek mecburiyetinde kaldım ki , onu terbiye etmek , ancak aynı zamanda eğlendirmek yoluyla mümkündür.
Bunlar on yıl , yirmi yıl sonra bile , bütün devlet adamları böyle büyük bir akla rağmen bu kadar düşünme isteksizliği ve esaslı her konuşmadan bu kadar sıkılıp kaçışveriş huyundan yakınacaktır ; elinden her şey gelecek olan , fakar hiçbir şeyi gerçekten istemeyen bu karakterin taşıdığı bütün tehlike , Marie-Antoinette daha on üç yaşındayken bile açıkça görülmektedir.Fakat Fransız sarayında , metresler dönemi başladı başlayalı i kadının kalıbına özünden daha çok önem verilir olmuştur ; Marie-Antoinette güzeldir , etkileyicidir , ahlaklı bir karakteri vardır – bu kadarı yeterlidir ; nitekim 1769’da nihayet XV. Louis’nin Maria Theresia’ya yazdığı , kralın genç prensesi , ileride XVI. Louis adıyla kral olacak torununa ihtiyaç duyacaktır.
Arkadaşlarına aynı coşku içinde, İtalyan ustaların elinden çıkan ve hiç beklemediği bir anda gözünün önünde açılıveren bu güzellikler dünyası hakkında açıklamalara girişir; fakat birden duraksar, sinirlenir , daha demin ateşli bakışlarla bakan gözlerin üzerindeki koyu kaşlar neredeyse öfkeyle gerilir. Çünkü ancak şimdi , bu duvar halılarında canlandırılan şeyin ne olduğunun farkına varmıştır; gerçekten de bir düğün eğlencesi için düşünülebilecek en uygunsuz efsanedir bu : İason . Medeia ve Kreon’un hikayesi , uğursuz bir evlenmeye verilebilecek en iyi örnek. ‘’Nasıl?’’ diye bağuru dahi delikanlı , etrafındakinlerin şaşkınlığına kulak asmadan , yüksek sesle. ‘’ Şimdiye kadar yapılmış izdivaçların belki de en korkuncunun genç bir kraliçenin daha ilk adımını attığı yerde böyle düşüncesizce gözlerinin önüne serilmesine nasıl izin verirler ? Fransız mimarları , dekoratörleri ve dıvar kağıtçıları arasında tek bir insan yok mudur , resimlerin bir şeyleri canlandırdığını , resimlerin kavrayışı ve duyguyu etkilediğini , izlenimler buraktığını i sezgiler uyandırdığını idrak edebilen? Sanki bu güzel ve işitildiği kadarıyla da hayat dolu olan hanımı karşılamak için düpedüz hortlakların en iğrencini bulup ta sınıra kadar göndermişler’’
Arkadaşları tutkulu genci güçlükle yatıştırabilir , neredeyse zor kullanarak Goethe’yi çünkü bu genç öğrenci şairin ta kendisidir- ahşap binadan çıkarırlar. Çok geçmeden de düğün alayının oluşturduğu o ‘’ saltanat ve ihtişam seli’’ yaklaşır , o süslü salonu neşeli konuşmalar iyimser bir hava içinde doldurur ve daha birkaç saat önce bir şairin kahin bakışı , o rengarenk dokunun içinde uğursuzluğun kara örgüsünü görmüş olduğu , bu alayın aklının ucuncan bile geçmez.
Marie-Antoinette’in teslim töreninden beklenen, onu Avusturya hanedanıyla bağlayan her şeyden ve herkesten ayrılışı gözle görülür hale getirmesidir ; bu amaçla da teşrifat uzmanları özel bir sembol düşünmüştür: Avusturalyalı maiyetinden hiç kimsenin kızla beraber o görünmez devlet sınırını geçemeyecek olması yetmez; teşrifat , kızın üstünde vatanının malı tek bir iplik parçasının , ayakkabının , çorabın , gömleğin çıplak teninde bir kurdelenin bile olmamasını istemektedir.Marie-Antoinette’i , Fransa’nın Dauphine’i olduğu andan itibaren yalnızca Fransa kökenli dokumalar sarmalıdır. Onun için, Avusturya tarafındaki ön salında on dört yaşındaki kız, bütün Avusturya tarafındaki ön salında on dört yaşındaki kız , bütün Avusturyalı maiyetinin gözü önünde anadan doğma soyunacaktır ; karanlık salonda bir an için o narin ; daha çiçek açmamış genç kız bedeni çırılçıplak parlayıverir ; sonra üzerine Fransız ipeğinden bir gömlek geçirilir , Paris’ten jüponlar , Lyon’dan çoraplar , saray saracının yaptığı ayakkabılar, danteller , örgüler;hiçbir şeyini sevgili bir hatıra olarak saklamasına izin yoktur ;ne bir yüzüğe ne bir istavroza – Kız bir saç tokasını ya da sevdiği bir kurdeleyi saklasın da teşrifat dünyası yıkılsın mı yani?- ne de yıllardır görmeye alıştığı yüzlerden birini bundan böyle etrafında görmesine izin vardır.Böylesi bir aniden yaban ellere itilmişlik duygusu içinde , büyün bu ihtişam ve tantanadan zaten ürkmüş küçük kızın tam bir çocuk gibi ağlamaya başlamasında şaşılacak bir şey olur mu? Fakat yine tavrına hemen hakim olması gerekecektir ; çünkü politik bir düğünde duygusal taşkınlıklara yer yoktur ; karşıda , öbür salonda Fransız maiyeti beklemektedir bile ve utanılacak bir şey olur , bu yeni maiyetinin karşısına yaşlı gözlerle , ağladığı belli olacak şekilde , ürkek çıkmak. Gelinin sağdıcı olan Kont Starhemberg kendisine o can alıcı yürüyüş için elini uzatır ve daha iki dakika önce Avusturyalı olan Marie-Antoinette , şimdi üzerinde Fransız giyimi , ardında son defa olmak üzere Avusturyalı maiyeti , kendisini Bourbon delegasyonünün yüce ihtişamı ve saltanatı içinde beklediği teslim salonuna ayak basar. XV. Louis’nin kız isteyicisi , tumturaklı bir nutuk atar , evlenme anlaşması okunur , sonra sıra –herkes nefesini tutmuştur- büyük törene gelir.
Bu tören, bir menuet gibi her adımına varıncaya kadar hesaplanmış, önceden prova edilmiş, ezberlenmiştir. Salonun ortasındaki masa , sembolik olarak sınırı canlandırmaktadır. Masasanın önünde Avusturyalılar , ardında Fransızlar durmaktadır. Önce Avusturyalu gelin sağdıcı Kont Starhemberg , Marie-Antoinette ‘in elini bırakır ; onun yerine bu eli Fransız sağdıcı kavrar ve bu da tir tir titreyen genç kızı yavaş yavaş , merasimli adımlarla , masanın uzun kenarından doşaltırır.Bu sayısı tastamam belli dakikalar içinde Fransız karşılayıcılar , müstakbel kraliçeye doğru yürürken Avusturyalı eşlikçiler de aynı tempo içinde , yavaş yavaş , geri geri giderek giriş kapısına yaklaşırlar ; öyle ki , tam Marie-Antoinette kendini yeni Fransız maiyetine dönük bulduğu anda , Avusturyalı maiyetide salından çıkmış olur. Çıt çıkmadan, örnek olacak nitelikte, hortlaklara yakışır bir azamet içinde gerçekleşmektedir etiketin bu sefahat alemi fakat son anda, ürküntüler içindeki küçük kız, bu soğuk tören havasına artık dayanamaz ve yeni nedimesi Kontes Noailles’in saygılı reveransını serinkanlılıkla kaydedeceği yerde , hıçkırıklar içinde , bir çare ararcasına kadının bağrına atılır.
Terk edilmişliği dile getiren güzel ve duygulandırıcı bir jesttir bu , ne var ki , kural olarak programa koymayı iki tarafın teşrifat üstatlarının da unuttuğu bir jesttir. Fakat duygu saray kurallarının logaritmalarında hesaba katılan bir şey değildir; dışarıda camlı araba beklemektedir, Strasbourg Katedrali’nin çanları uğuldamaya başlamıştır bile, top öğlendir. Kalabalık dağılmıştır. Cellât yardımcısı küçük bir el arabasında cesedi götürür, kanlı baş bacakların arasında. Birkaç jandarma daha giyotinin başını beklemektedir. Fakat yavaş yavaş toprağa sızan kana aldıran yoktur. Meydan tekrar boşalır.
Yalnızca özgürlük tanrıçası, hapsedildiği beyaz taşın içinde, hareketsiz, meydanında kalmıştır ve görünmez hedefine doğru bakmaya, bakmaya devam eder. Hiçbir şey görmemiş, hiçbir şey duymamıştır. Sert bakışlarla, insanların vahşice, çılgınca eylemlerinin üzerinden sonsuz uzaklıklara bakmaktadır. Kendi adına nelerin olup bittiğini bilmez, bilmek de istemez.