2000 yılında çıkan ve en iyi macera oyunlarından birisi olarak lanse edilen The Longest Journey’in devam oyununun gelmesi için yaklaşık altı yıl beklemiştik. 2006 yılı geldiğinde yeni grafik motoru, yeni kontrolleri ve yeni karakterleri ile Dreamfall: The Longest Journey macera oyunları sevenlerin beğenisine sunuldu. April Ryan ile başladığımız en uzun macera, Dreamfall’de Zoe Castillo ile kaldığı yerden devam ediyor.
Daha Önceki Bölümlerde
Kısaca ilk oyuna ve yaşananlara değinmeden olmaz. İlk oyunu oynamayanların ve özellikle oynamayı düşünenlerin bu paragrafı atlamasını şiddetle tavsiye ederim. Hatırlayacağınız üzere ilk oyunun kahramanı April Ryan yirmili yaşlarının başında, kendi halinde bir öğrenciydi. Lakin kader pek bu görüşte değildi ve April kendisini uzun ve fantastik bir maceranın içinde bulmuştu. Öğrendiklerimize göre dünyamız çok uzun bir süre önce iki paralel evrene bölünmüş, bilim ve teknolojinin gelişerek büyünün unutulduğu diyara Stark, tam tersine büyünün ve büyülü canlıların yaşadığı evrene de Arcadia ismi verilmiş. Bu iki evren arasında da “Guardian” yani Koruyucu iki dünya arasındaki dengeyi korumakla yükümlendirilmiş. April ile oyuna başladığımızda ise denge koruyucusuz kalmıştır ve iki evren ufak da olsa birbirine geçmeye başlamıştır. Bizler de April ile beraber hem Stark’da hem de Arcadia’da zorlu bir maceraya atılmış ve Vanguard adındaki, kendi seçtikleri birisini koruyucu yapmak ve böylece evrenleri birleştirip onlara sahip olmak isteyen tarikata karşı gelmeye çalışmıştık. Nitekim oyunun sonunda tahmin edilenler üzere April yeni Koruyucu olmamış, Vanguard’ın kişiliğini ikiye böldüğü Gordon’un (mantıklı ve rasyonel Stark’taki Gordon ve Arcadia’daki Kaos Girdabı Gordon) kişilikleri bir araya gelerek yeni Koruyucu olmuştur. April ve yandaşı Crow’un da Koruyucu’nun kulesinden uzaklaşması ile oyun sona ermişti. En sonda da aslında birçoğumuzun tahmin ettiği hikâyeyi anlatan yaşlı teyze April çıkmış ve bir başka macera olan “Savaşçı Prenses’i” anlatırken ekran kararmaya başlamıştı. Bu noktadan sonrada yeni hikâye için bizlere yeni bölümü beklemekten başka yapacak bir şey kalmamıştı:)
İmleç nerede? Bu kız da kim?
İmleç olayına sonra değineceğim. Öncelikle Dreamfall’in konusuna giriş yapacak olursak; ikinci uzun yolculuğumuz bir Tibet tapınağında genç bir adamı kontrol etmemiz ile başlıyor. Ön giriş niteliği taşıyan bu bölümde hem oyuna giriş yapıyor hem de yeni kontrol sistemine alışıyoruz. Çok kısa süren bölümün sonunda genç adam bir ayinin sonucunda kendini bilmediği bir yerde buluyor. Burada bulunan şaman kılığındaki adam da ona “burada ne işin var” ve “ne yaptın sen” gibi cümleler sarf ettikten sonra yoktan siyah bir varlık beliriyor (şamana göre The Undreaming, kaba çevirisi ile Rüya Olmayan) ve genç adamı yakalarken asıl konuya geçiş yapıyoruz. Dreamfall’da hikâye ilk oyundan yaklaşık on yıl sonra devam ediyor. İsminin Zoe Castillo olduğunu öğrendiğimiz genç kız koma halinde bir yatakta yatmaktadır ve bizlere hikâyesini anlatmaya başlar. Zoe, babası ile beraber Kasablanka’da yaşamaktadır. On yıl önce The Collapse yani Çöküş adında bir olay yaşanmıştır ve bunun üzerine özel bir polis birliği olan Eye kurulmuştur. Zoe ise ne okumaktadır ne de çalışmaktadır ve bu yüzden kendisini birazcık suçlu hisseder. Yine sıradan bir günde televizyon izlerken ekran parazitlenir ve genç bir kız belirerek “Bul onu, kurtar onu” der. Zoe doğal olarak ne olduğunu anlamaz ve parazit yüzünden yayınların karıştığını falan düşünür. Babasının Mumbai’de işi olduğu için evde iki hafta yalnız kalacak olan Zoe, küçük bir parti düzenlemeyi de ihmal etmemektedir. Her zamanki gibi sıradan bir gün olan bu günde de Zoe arkadaşını ziyaret eder ve spor salonuna gider. Daha sonra ise ayrıldığı ama hala sevdiği erkek arkadaşı Reza ile (Rıza da olabilir çünkü soyadı Temiz) karşılaşır. Reza bir gazetecidir ve büyük bir haberin peşindedir. Kendisinin vakti olmadığı için Reza, Zoe’den kendisi adına bir paketi teslim almasını ister. İşler pek umduğu gibi sorunsuz gitmese de Zoe paketi alır ve Reza’nın evine doğru yola koyulur. Fakat Reza evinde yoktur ve üstüne üstün evde birisinin cesedi vardır. Bu şok yetmezmiş gibi daireyi polisler de basar ve Zoe’yi tutuklayıp elindeki pakete el koyarlar. Neyse ki olaylarla pek alakası olmadığı için Zoe’yi serbest bırakırlar fakat Reza hala ortalarda yoktur. Zoe’de Reza’yı bulmak ister ve kendisini istemeden de olsa büyük bir maceranın ve tehlikenin içine çekilmiş olarak bulur. Bu arada, ekrandaki parazit yeniden karşısına çıkar ve bu sefer Zoe’ye bir isim de verir: “Bul onu, April Ryan’u bul ve kurtar”…
Peki, April Ryan’a ne oldu? Merak etmeyin, çok geçmeden Zoe’den sonra April’i de kontrol etme fırsatı yakalıyoruz. April ise Arcadia’dadır ve iyi midir kötü müdür bilemem ama artık o eski tanıdığımız April değildir. Yıllar onu olgunlaştırdığı kadar sertleştirmiştir. On yıl önce Tyren’lerin saldırısı ile (ilk oyunu oynayanlar bilir) Marcuria ve Kuzey Ülkeleri işgal edilmiş ama çok geçmeden Azadi İmparatorluğu tarafından ise Tyren’lerden temizlenmiştir ama halkı kurtaran Azadi’ler aynı zamanda dinlerini de onlara benimsetmeye kararlıdırlar. Azadi’lerin inanışlarında büyüye ve büyülü yaratıklara yer yoktur ve ilk başlarda minnet duydukları Azadi’ler artık büyü kullanıcıları için büyük bir tehdittir. Azadi’ler Senitelleri sürgüne yollamış ve büyü kullananlara karşı çok sıkı önlemler almıştır. April’de Azadi’lere karşı verilen direnişe katılmıştır ve azımsanmayacak derecede başarılara da imza atmıştır. Ve elbette hepimizin bekleyeceği gibi Zoe ile April’in yollarının kesişmesi an meselesidir.
Dreamfall vs. The Longest Journey
Dreamfall’ı ilk oyunundan ayıran en önemli özelliği şüphesiz kontrol şekli ve beraberinde getirdiği grafikleri. 2000 yapımı The Longest Journey’de manzara şeklinde 2D arka plan grafikleri varken ikinci oyunda tamamen 3D sistemine geçilmiş. Yani hem iyi olmuş hem de kötü. İyi olmuş çünkü artık her yöne 360 derece açılarla bakabiliyoruz ve ilk oyundaki mekânlardan Venice veya Marcuria’nın her yöne bakabilerek içinden yürümek oldukça heyecan verici. Kötü olmuş çünkü 3D olduğu için ilk oyundaki gibi arka plan manzaraları, aslında arka plan diye bir şey yok. Dolayısıyla bu yeni sistem iyi olmuş veya kötü olmuş demek doğru olmaz çünkü iki türlüsünün de getirisi ve götürüsü var. Burada asıl önemli olan Dreamfall’in ilk oyundan sonra beklentileri karşılayıp karşılayamaması. Ve açıkça söyleyebilirim ki Dreamfall başarılı bir devam oyunu ama The Longest Journey’deki o büyülü atmosfere de sahip değil. Bunun nedeni de oyunun büyük bir bölümünün Stark’da, yani normal dünyada geçmesi. Oyunun %70’i Stark’da ve kalan %30’u Arcadia’da geçiyor diyebilirim ve açıkçası Arcadia’da oynarken şahsen ben ilk oyundaki tadı alamadım. Elbette Marcuria’da, Journeyman Inn’de 3D olarak karış karış gezebilmek harika ama %30’un %25’inde Marcuria’dan çıkmıyoruz ve arka planda gezinen birkaç tane hariç hiç büyülü yaratığa rastlamıyoruz. Marcuria’da da muhataplar hep insanlar ve fantastik bir diyar olması dışında Arcadia ikinci oyunla büyüsünü kaybetmiş. Hâlbuki ilk oyunda Bantalar ile karşılaşmış, Maerum’lar ve Alatian’lar ile tanışmış, bir dev görmüş, denizaltında ve sık ormanlarda yolculuk etmiştik. Dreamfall’de dediğim gibi maalesef bu öğelere yer verilmemiş. Azadi’ler hepsini sürgüne yollamış olsa gerek:) Lakin dediğim büyüsü az olabilir ama yine de başarılı bir devam oyunu çünkü Stark’da geçen olaylar sürükleyici ve oyunun hikâyesi ilkine yakışacak nitelikte sağlam ve merak uyandırıcı.
Kontroller ve Bulmacalar
İkinci oyunda en büyük değişimi de şüphesiz kontroller yaşamış. Tıkla ve ilerle tarzı bırakılıp klavye ile oynanan tamamen yeni bir sisteme geçilmiş. Şahsen benim en tasvip etmediğim kontrol tipine geçilmiş Dreamfall ile. Bu yüzden ilk başlarda yadırgadığımı açıkça söyleyebilirim. Oyunda karakterimizi “WASD” tuşları veya yön tuşları ile yönlendiriyoruz. Klavyenin boşluk tuşu veya farenin sol tuşu ile çevre ile etkileşime geçebiliyoruz. Oyun aslında fare olmadan da oynamak için tasarlanmış ama ben fareyi de kullanmanızı öneririm. Tab tuşu envanter ve Ctrl ile de eğilerek ilerliyoruz. Farenin sağ tuşu ile de uzaktaki nesneleri incelemek mümkün. Artık ekranda bir imleç olmadığı için bir nesneyle etkileşime geçmek, almak veya kullanmak için doğal olarak dibine kadar yürümemiz lazım. Örneğin karşıda bir makineye para atacağız, makineye yaklaşıyoruz, Zoe makineyi görüyor (makinenin altında bir çember oluşuyor ve ekranın sağ köşesinde etkileşime girilebilir diye bir simge çıkıyor), Tab tuşuna basıyor, paranın üzerine geliyor, iki kez yukarı yaparak parayı kullanıyoruz. Yani bir envanterden bir nesneye tıklayayım uzaktan kullanayım devri Dreamfall ile kapanmış. Kontrollere alışmak dışında yaşayabileceğiniz en büyük sıkıntı minik nesnelerin Zoe’nin görüş alanına biraz zor girmesi. Örneğin Zoe kapıyı inceliyor ve bizim kapının kilidine bakmamız için açıyı hafiften değiştirmemiz gerekli oluyor gibi. Bana esas sıkıntıyı yaşatan ise uzun yürüyüş mesafeleri. Yine dediğim gibi özellikle eski mekânlarda gezinebilmek çok güzel ama bir müddet sonra aynı sokakları defalarca arşınlamak sıkıntı yaratabilir.
Oyunun bulmacaları da doğal olarak yeni sisteme göre entegre edilmiş. Öncelikle ilk oyunu oynadıysanız hatırlarsınız, bir yerinde envanter taşma noktasına bile gelmişti. İkinci oyunda ise bunun tam tersi söz konusu. Artık envanterdeki nesne sayısı dördü geçmiyor. Yani en fazla dört nesneyi ardı ardına görebilirsiniz. Zaten bulmacaların çoğunu bir yerden bir yere gidebilmek oluşturuyor. Biraz açacak olursak, misal birini arıyoruz ve bu birisini bulmak için genelde ayak işi yapıyoruz. Şuraya git, şunla konuş, istediğini al ve ona getir, aradığın kişinin yerini öğren gibi. Yani dediğim gibi bolca yürüyoruz. Pil mi lazım, eve git, pili al, tekrar pil lazım olan yere gel ve pili kullan gibi. Bunun yanında da bolca görünmeden ilerlemeler yapacağız. Korumaya yakalanmadan yavaşça ilerlemek en güzel örnek olur herhalde. Tabi bir de dövüşler var ki bence olmasa da olurmuş. Eğlenceli değiller ve zoraki olmuş gibi. Bazen Zoe veya April ile karşımızdaki ile dövüşmemiz gerekiyor ve o zaman ekranda iki enerji çubuğu çıkıyor ve başlıyoruz karşımızdakine dalmaya. Dediğim gibi pek zevkli değil ve keşke olmasaymış diyorum. Tabi kaybederseniz ölüyorsunuz ama endişelenmeyin, oyun bu gibi durumlarda otomatik kayıt ediyor. Bunlar dışında bir iki tane de puzzle tarzı bulmaca var ve bir tanesi de oldukça zorluydu. Buralarda amaç genelde doğru nesneleri doğru şekle getirmek oluyor. Ama asıl zevkli olanlar ise birkaç tane olan kilit bulmacaları. Bir kapının kilidini açmaya veya hacklemeye çalışırken iki farlı mini oyun çıkıyor ve az biraz sinir bozucu olsalar da genel olarak güzel bulmacalar. Özetleyecek olursam, ilk oyuna göre Dreamfall’daki bulmacalar çok daha kolay ve dediğim gibi bolca yürüyor, gizlice yürüyor ve ağız burun kırıyoruz.
Diyalog sistemine de ayrı olarak değinmek istedim. İlk oyunda hatırlarsanız bazı konuşmalara cevap verirken kendimize göre dilediğimiz şıkkı seçebiliyorduk. Oyunu etkileyen bir durum söz konusu değildi ama konuşma bizim belirlediğimiz gibi devam edip sona eriyordu. Yine bu özellik aynen Dreamfall’de de yerini fazlasıyla almış. Artık birçok diyalogda bulunduğumuz duruma göre istediğimiz cevabı verebiliyoruz. İstersek doğru veya yalan söyleyebilir, istersek lütfen diyerek alttan alabilir veya tehditkâr olabiliriz. Dediğim gibi oyunu etkileyen bir durum söz konusu değil ama Zoe veya April’in kişiliğini kendimizin belirlemesi zevkli bir olay.
Grafikler ve Sesler
Yazımda birçok kez bahsettiğim gibi ilk oyundan tamamen farklı bir grafik sistemi var karşımızda. Tekrar The Longest Journey’e göre karşılaştırma yapmayacağım, Dreamfall’in grafiklerini bağımsız bir şekilde ele alırsak oldukça başarılı olduklarını söyleyebilirim. Özellikle ilk oyundaki piksel piksel olan karakterlerle daha detaylı olarak yeniden buluşmak güzeldi. En önemlisi de 3D olarak her tarafa bakıp gidebilmek oyuna apayrı bir hava katmış. İlk oyundaki Venice’e, saat kulesinin olduğu köprülü yere ikinci oyunda ilk kez gittiğimde ve 3D olarak karış karış gezebilmenin yarattığı duygu heyecan vericiydi. 2006 yılına göre karakter modellemeleri bir hayli başarılı ve yine karakterlerin mekânlarla uyumu dört dörtlük. Çevrede gezinen yan karakterler, hava olayları yani genel olarak grafikler çok başarılı. Tek sıkıntı, bazı yan karakterlerin konuşurken ağzının oynamamsı. İlk oyuna ikinci oyun sıkça birbirleriyle karşılaştırılacaktır, karşılaştırılması da gerekir ama Dreamfall’i bir bütün olarak ele aldığımızda çok başarılı grafiklere sahip diyebilirim.
Seslerin ve müziklerin de tıpkı ilk oyundaki gibi grafiklerden aşağı kalır yanı yok. Bazı sahnelerde çalan harika parçalardan tutun Kasablanka’da arkadan gelen ezan sesine kadar her şey düşünülmüş. Seslendirmeler de ilk oyuna göre çok daha başarılı olmuş. Zoe’nin İngiliz aksanını andıran sesi, April’in ciddi konuşmalar olsun çok başarılı. Fakat tüm bunlar bir kenara ve adamım (yoksa kuşum mu demeliydim:) Crow bir kenara. Oyunun ilerleye bölümlerde yeniden karşımıza çıkan Crow bir “sidekick” yani yardımcı partner olarak yine döktürmüş. Esprili tavırları, Zoe ve April ile münakaşaları inanılmaz zevkli.
Hikâye daha bitmedi
Dreamfall: The Longest Journey oldukça başarılı bir devam oyunu ama bir The Longest Journey de değil, bunu açıkça söyleyebilirim. Bunun en büyük nedeni de dediğim gibi büyülü tarafını yansıtamaması. Fakat şöyle de değerlendirebilmek mümkün; eğer ilk oyun Arcadia ağırlıklıysa ikinci oyun da Stark ağırlıklı. Ve oyundaki konunun bitmesine karşın ana hikâye bitmeye yakın bile değil. Dreamfall birçok soru işaretini de yanına alarak sanki bir kitabın ikinci cildi bitmiş de (ilk cildi ilk oyun sayarsak) üçüncüsünde devam edecek gibi bir sonla bizlere veda ediyor. Yani yüzde yüz bir devam oyunu gelecek şeklinde sona eriyor. Ve bu uzun bekleyişimiz de 2014 yılında çıkacak olan üçüncü oyun Dreamfall Chapters ile kısmetse sona erecek. Benim tavsiyem, eğer ilk iki oyunu hala oynamadıysanız muhakkak oynayın. Üçüncü oyunda yeniden görüşmek üzere.