BU FİLM TAM BANA “GORE”: BRAINDEAD
Bu espriyi yapmasam olmazdı. Tam bana gore!
“Ö’nün noktalarını koymayınca espri mi oldu?” diye soranlar, sözüm size:
Gore bir film türü. Böyle kanlı, öldürmeli, parçalamalı falan. Kollar bacaklar havada uçuşur mesela. Parmaklar teker teker kesilir, tırnaklar çekildikten sonra karınlar deşilerek bağırsaklar çıkartılır… Yani başlıkta göre ile gore yer değiştirdi. Gore-Göre… Göz goregore espriyi açıklattınız bana!
Neyse… Bence bu Peter Jackson’da bir iş var. Hayır, yani düşünsenize Yüzüklerin Efendisi gibi bir şaheser roman, yıllarca bir kenarda dursun, sonra o kadar yönetmen varken Allah’ın Yeni Zelanda’sından Peter diye bir adam çıkıp gelsin, üç filmi bir arada çeksin. Üstelik bu Peter’ın ilk vukuatı da değil. Yüzüklerin Efendisi’nden çok önce çektiği bir film “her nasılsa” zamanın sansür mekanizmasına takılmadan sinema salonlarında gösterilsin… Sonra bir de Peter’in zayıflama meselesi var bir de. Adam 500 kilodan 60 kiloya indi, tipi tamamen değişti… Resmen ajan gibi kılık değiştirdi. Çok şüphe uyandırıcı. Peter, bir şeyleri saklamakta çok usta. Ama bizden kaçmaz…. Deşifre olacaksın Bay Jackson! Adeta bir Bekir Hazar bir Ergün Diler edasıyla deşifre edeceğim seni!
Filmi, yine benim gibi yazar olan Ahmet Ziya Sekendiz ile birlikte izledik. Neden derseniz, ben bir korku filmi ve özellikle de slasher hastasıyken, Ahmet korku filmlerinden hiç hazzetmez! İçimde “He he he” birazdan bol kanlı sahnelerde midesi bulanıcak, korkucak, bana da eğlence çıkacak falan diye geçiriyordum. Ama o korkmak bir yana, “Olcacığım, bak kamera açılarını şöyle kullanılmış, yönetmen bu sahneyi şu anlamda ele almış olabilir, o objeyi de şundan böyle yapmış sanırım” demeye başlayınca bütün hevesim kursağımda kaldı. Sıkıcı adam! Neyse…
İz sürmeye 1991 yılında çektiği Braindead adlı filmden başlayalım. Yüzüklerin Efendisi’ni çekmese çoğumuzun haberi olmayacaktı bu filmden. Bir kere filmin adı çok şüphe uyandırıcı: Braindead. Ne demek ki bu? Beyni ölü mü? Ölü beyin mi? Ne demek? Üstelik film ABD’de Dead Alive ismi ile gösterilmiş. Sözde zaten Braindead adlı bir film varmış da o yüzden adını değiştirmişler de… Hah ha ha… İyi numara Pete! Filmin ve kendinin izini kaybettirmek için iyi bir hareket… Ama yetmez!
Film, Sumatra’daki Kurukafa Adası’nda başlıyor. Bir adam, fare maymunu diye tuhaf bir hayvanı yerlilerden kaçmak sureti ile Yeni Zelanda’daki bir hayvanat bahçesine götürmeye çalışıyor. Bu tür, Avrupalı gemicilerin çeşitli hastalıklar taşıyan gemilerinden gelen farelerin, adadaki maymunlara tecavüz etmesiyle ortaya çıkmış ve yerlilerce kara büyü törenlerinde kullanılmakta. Kara büyü… Büyü! Ahaaa işte…. Sıkı durun; Kafatası Adası sahnesi daha sonra Yüzüklerin Efendisi’nin üçüncü filminde de set olarak kullanılan Putangirua Tepesi’nde çekildi!
Filme dönelim. Kaçarlarken, fare maymunu hayvanat bahçesi görevlisini ısırıyor. Bunu öğrenen yerli yardımcıları da “Singaayaa! Singaayaa!” diye diye, önce elini sonra kolunu sonra da kafasını keserek adamı bir güzel öldürüyorlar! Foşşşş diye kan fışkırıyor. Bir de adamın elini kolunu kesenlere “Nooluyo yaaa” ifadesi ile bakışını göreceksiniz!
Film öyle farklı ki, bir yandan B filmi gibi dururken bir yandan yönetmenin bizimle dalga geçtiğini ne zaman nasıl isterse öyle çektiğini görüyoruz. Hani Tarantino, Kill Bill’de zaman zaman B filmi tarzı çekim açıları kullanmıştı ya, aynı onun gibi. Çok yetenekli bir yönetmen olduğunu gizlemek için iyi çabalamış! Film boyunca kapalı ya da kısıtlı mekân kullanmaya dikkat eden yönetmen böylece maliyeti de düşük tutmuş. Filmi üç milyon gibi bir rakama mâl etmiş.
Ne diyorduk? Fare maymunu, Yeni Zelanda’ya getirip Wellington Hayvanat Bahçesine koyuyorlar. Bu noktada Wellington’da yaşayan Lionel ve annesi Vera ile tanışıyoruz. Vera dominant bir kadın! Lionel da annesinin güdümünde pısırık ve beceriksiz biri. Aynı Alfred Hitchcock’un Psycho adlı filmindeki gibi. Anne oğluna çok düşkün. “Aman yavrum bırakma anacığını” diye ortada gezerken kaşlarını da çatmayı ihmal etmiyor. Evin dış görünüşü Psycho’daki eve benziyor. Bir de anne manyak olduğu için filmin başında elinde kocaman bir bıçakla dolaşıyor! Bıçak da Psycho’da banyo sahnesinde gördüğümüz bıçağa benziyor. Biz gevrek gevrek “Ehehehehe, yönetmen Sapık filmini taklit etmiş” diye ukala ukala düşünürken bir de Paquita çıkıyor karşımıza. Bir bakkal dükkanında çalışan romantik İspanyol kız. Kızın büyükannesi eşine: “Bey, torun kaç yaşına geldi bir koca bulamadı. Evde kalacak galiba. Pek de güzel değil zaten. Estetik mi yaptırsak? Yok ya, pahalı olur. Dur bir tarot açayım” diyerek kartları karıştırıyor. Torunu da yanında ve çıkan sonuç dehşet verici! Beyaz atlı prensini bulacaksın ama acayip bir yıkım ve ölüm ile birlikte! Haydaa. Nasıl yani ya? Bir de sembol gösteriyor. Hilalli oklu falan bir işaret. “Bu işareti görünce hayatının aşkını bulacaksın” diyor. Kız müşteri ile ilgilenmek için oradan ayrılırken dede ve büyükanne estetik masrafından yırttıkları için rahat bir nefes alıyorlar.
Az sonra dükkana Lionel geliyor. Lionel salak ve sakar olduğu için ortalığı dağıtıyor. Kalemleri deviriyor. Kalemler hilalli oklu sembole benzeyecek bir şekil alıyor… İspanyol da bunu görünce sersem Lionel’a abayı yakıyor. Lionel da, Paquita’ya boş değil tabi. “Kırk yılda bir, bi kız bulmuşuz. O kadar da keriz değiliz” diyor. Biz de diyoruz ki, tamam! Şimdi bu Lionel, İspanyolu öldürür. Annesi de “Aferin oğluma” diye onu anlından öper, film bitti gitti işte… diye düşünüyoruz. Ama heyhat!