Aşk ve nefret: çoğu zaman birbirinden ayrı düşünülemez iki kavram. Bu iki kavram sinemada da sıklıkla karşımıza çıkan ve bolca tüketilen kavramlardandır. Lakin kişisel görüşüm olarak belirtmek isterim aşk ve dramı Asya ülkeleri kadar başarılı şekilde kimse işleyemez. Asya’nın o mistik etkisi özellikle aşk ve dram konuları söz konusu olduğunda şahane eserler üretilmesini sağlıyor. Aslında her nefret büyük bir dram değil midir? İşte tam bu noktada karşımıza bir isim çıkıyor: Sion Sono.
Sono 1961 Tokyo doğumludur. Singapur Japon Film Festivalinde (PIA) üyelik aldıktan sonra 1990 yılında ilk uzun metraj filmi Bicycle Sighs’i (Jitensha Toiki) yaptı. Bu film iki başarısız insanın rüştünü ispat etme hikâyesiydi. Sono bu filmde hem senaryoyu hem yönetmenliği üstlendi ayrıca filmde rolde aldı.
1992 yılında ikinci filmi olan Heya’yı (The room) çekti. Aynı zamanda senaryosunu yazdı. Filmde, kasvetli Tokyo varoşlarında kiralık bir oda arayan tuhaf bir seri katilin hikâyesi anlatılır. Yapım, Tokyo Sundance Film Festivaline katıldı ve jüri özel ödülü kazandı. Film aralarında Berlin ve Rotterdam film festivallerinin de olduğu dünya çapında 49 festivalde gösterildi.
2005 yılında Yume no Naka e (Into a Dream) filmini yazdı ve çekti. Bu film, ilk filmi gibi bir rüştünü ispat hikayesidir. Bir tiyatro grubu üyesinin hayatı ve kim olduğunu bulma öyküsüdür. Bundan birkaç hafta sonra Suicide Circle’ın ikinci kısmını çıkardı.
Noriko’s Dinner Table da yönetmenin yazıp yönettiği filmlerdendir. Sonu bu filmde ilk filmini çeken oyuncularla çalışmış ve Suicide Circle hikayesini başka bir seviyede ele almıştır. Bu filmi ile Don Quijote ödülü ve Karlovy Vary Film Festivalinde özel mansiyon kazanmıştır.
2005’in sonlarında iki oyuncu, Issei Ishida ve Masumi Miyazaki ile Kimyô na Sâkasu (Strange Circus), adındaki kişisel projesini yaptı. Filmin yönetmenliği yanında senaryosu ve müzikleri de Sono’ya aittir. Fransız Grand Guignol tiyatrosundan izler taşıyan filmde ensest, cinsel istismar ve korkunç aile sorunları yer almaktadır.
2008 yılında Nefret Üçlemesinin ilk filmi olan Love Exposure’u çekti. Ardından 2010’da Cold Fish ve 2011’de Guity of Romance’ı yaptı.
2013 yılında Jigoku de naze waru (Why Don’t You Olay in Hell?) adlı aksiyon-drama filmini çekti. Bundan kısa bir süre sonra da Tokyo Tribe adlı popüler manga uyarlamasını yaptı.
Sion Sono dendiğinde insanların aklına uzak doğunun Quentin Tarantino’su gelse yeridir. Özellikle Nefret Üçlemesi (Love Exposure, Cold Fish ve Guilty of Romance) usta yönetmenin en büyük eserlerindendir. Sono’nun filmleri her daim “inanç ve coşku” doludur. İnanç ile kastettiğim din; coşku ile kastettiğim ise cinsellik… Sono’yu bir aşçı olarak düşünelim: Bu aşçı yemeğe o kadar çok ve karışık malzeme koyuyor ki, aslında yemeğin tadının berbat olması lazım. Lakin Sono bütün kuralları yıkıyor. Ne yapıyor ne ediyor, o yemeğin çok lezzetli olmasını sağlıyor.
Nefret üçlemesi; adı üstünde üç filmden oluşmakta ve bu üç filmin ortak noktası aşk, nefret ve intikam. Her filmde karşımıza çıkan masum karakterlerin hayat karşısında gösterdikleri değişimi, daha doğrusu, evrimi izliyoruz. Bu yazımda sırası ile size Nefret Üçlemesinin incelemesini yapacağım. Filmler hakkında ilk bilinmesi gereken şey üç filmin de gerçek hikâyelere dayanıyor oluşu. Bunun doğruluğu net olmamakla birlikte üç film de bu not ile başlıyor.
Love Exposure (2008)
Bu filmde etek altı resim çeken bir sapık karşımıza çıkıyor. Yalnız enteresan bir şekilde sapığımızın bu eyleminin altında çok büyük bir dram yatmaktadır. Ayrıca filmde tarikatlar ve Japon alt kültürü içeren aşk hikâyeleri mevcut. Üstelik filmin süresi yaklaşık dört saat. Bu her ne kadar özellikle Bollywood filmleri sevenlerin alışık olduğu bir durum olsa da bir Japon filmin bu kadar uzun olması filme başlarken seyirciyi korkutan bir unsur oluyor. Filmde olumsuz görünen bu çeşit unsurlar mevcut. Lakin bunları dert etmeyip aştığınızda sizleri aşk, hayat, din, inanç ve aile hakkında uzman bir yönetmen tarafından yapılmış harika bir film bekliyor.
Filmin başlangıcında Yu adında bir genç annesini anlatmaktadır. Yu’nun annesi bir kilisede Hz. İsa’ya yalvarırken görülür. Zaten filmde bolca Hz. İsa heykelleri ile haç gösteriliyor. Annesi bir gün Hz. Meryem’in heykelini göstererek “Sen de kendi Meryem’ini bul” der. Bu, Yu’nun annesi hakkında hatırladığı birkaç anısından birisidir. Annesi kanserdir ve tanrıya yalvarma sebebi de budur. Yu, Katolik bir ailenin tek çocuğudur. Annesi, Yu henüz ilkokuldayken vefat eder. Babası Tetsu ise annesi öldükten bunalıma girer ve sonrasında da rahip olmaya karar verir. Yu’nun babası Tetsu, birgün dini tören sırasında konuşmasından çok etkilendiği için saatlerce ağlayan bir kadınla tanışır. Bu kadının adı Kaori’dir. Kaori, Tetsu’yu gördüğü anda ona aşık olmuştur ve Tetsu için Hristiyan olur. Bu şekilde onu etkileyecek ve kendisine âşık edecektir. Oysa Tetsu bastırılmış büyük bir cinsel dürtü ile yaşamaktadır. Bu yüzden Kaori’nin fazla bir çaba harcamasına gerek kalmaz. Kaori ile yaşamaya başlar ama rahiplik görevine devam edebilmek için bunu gizler. Kaori evlenmek istemektedir ama Tetsu kiliseye olan bağlılığından dolayı evlenememektedir. Kaori bir gün yeni tanıştığı bir adamla kaçar ve Tetsu’yu terk eder. Bunun şokunu atlatamayan Tetsu, oğlu Yu ile olan tüm ilişkisini keser ve kendisini sadece kilise işlerine adar. Yu, babasının bu tavırlarına daha fazla dayanamaz ve psikolojisi alt üst olur.
Babası Yu’dan sürekli günah çıkarmasını istemektedir fakat Yu’nun pek günahı olmadığı için bunu gerçekleştiremez. Yu son derece saf, iyi kalpli, sürekli çevresindeki insanlara yardımcı olan sevecen bir çocuktur. Lakin babası sürekli: “Herkesin günahları vardır işlediğin günahların farkına varmalısın kendini kandırma” ya da “kesin günah işlemişssidir” şeklinde ifadeler ile baskılar yapmaya ve sinirini oğlundan çıkarmaya başlar. Bir süre sonra Yu ve babası arasında konuşulan tek konu “günah çıkarma” olur. Yu, babasını özlemektedir. Artık babası ile tek iletişimi Yu’nun günahı olup olmadığını sorma seansları olduğu için Yu yalan söylemeye başlar. Babası ile daha fazla iletişim kurmak isteyen Yu, işlemediği halde sırf babası ile konuşabilmek için kafasından uydurduğu günahları söyler. Zamanla babası onun yalan söylediğini anlar ve Yu bu sefer günah çıkarabilmek için gerçek günahlar işlemeye başlar. En büyük günahı da bir nevi hayatının odak noktası olmaya başlayan etek altı resimler çekmektir. Bir yandan da Koike adında bir genç sürekli Yu’yu takip etmektedir. Bu sebeple de Yu’nun yaptığı herşeyi bilmektedir. Amacı Yu ve ailesini kandırıp onların kült kiliseleri Zero Kilisesi’ne katılmalarını sağlamaktır
Yu, kendisi gibi etek altı fotoğraflar çeken üç arkadaşı ile en iyi fotoğrafı çeken kişiyi belirlemek için iddiaya girer ve kaybeder. Kazanan arkadaşı ondan birgün boyunca kadın kıyafetleri giyerek sokakta dolaşmasını ve gördüğü ilk kızı öpmesini ister. Yolda yürürken bir kızın bir grup çete ile dövüştüğünü görürler ve kıza yardıma giderler. O sırada Yu, “Meryem”ini görmüş olur. Bu kızın adı Yoko’dur ve Yu, Yoko’yu görür görmez yıllardır aradığı Meryem’i olduğunu hisseder. Annesinin ondan son isteğini yerine getirmiştir artık Yu. Yu, anında Yoko’ya aşık olur. Yoko, Yu’yu üzerineki kadın giysilerinden dolayı bir kadın zanneder. Ama Yu’nun karakterine büründüğü kadına, Sasori’ye tutulur. Yalnız hikâye burada bitmez, tam tersine daha yeni başlamaktadır. Yoko, Kaori’nin, Tetsu’yu terk ederek kaçtığı sevgilisinin kızıdır. Yoko, babasından gördüğü cinsel şiddet dolayısıyla Kaori ile kaçmış ve Yu’nun şehrine gelmiştir. Kaori hiç zaman kaybetmeden ölümü pahasına Tetsu ile barışır ve yeniden aynı eve yerleşir. Lakin bu sefer yanlarında Kaori’nin öz kızı gibi gördüğü Yoko da vardır. Tetsu, katolik bir rahiptir ve âşık olması, evlenmesi kesinlikle yasaktır. Bu sebeple Tetsu kiliseyi terk ederek Kaori ile evlenir ve Yu ile Yoko üvey kardeş olurlar.
Oldukça karışık bir ağ var karşımızda. Ancak yakından bakıldığında aslında kendi içinde bir düzeni var. Dolayısıyla dört saatlik film hızla akıyor ve dakikalar ilerliyor. Üstelik dört saat boyunca aynı tempoyu koruyabilmek çok önemli. Yönetmen Sion Sono’nun daha önceki filmlerini baz alırsak Love Exposure çok hızlı bir film. Şöyle örnek vereyim; bir önceki filmi Strange Circus 108 dakika olmasına karşın Love Exposure daha kısaymış gibi hissettiriyor.
Film birçok olguyu içinde barındırsa da açıkçası bir sanat eseri olarak nitelendirmek tam da yerinde olacaktır. Genellikle sanat filmi denildi mi akıllara uzun bakışmalar, doğa manzaraları gibi öğeler geliyor. Lakin bu film sınırlı diyaloglar, aksiyon ve tuhaflıklarla dolu. Filmin süresi dört saat ama bu sahne daha kısa olmalıymış ya da hiç olmamalıymış diye düşünmüyorsunuz.
Love Exposure akıllıca bir hamle ile başlıyor. Filmin ilk saati, filmde karşılaşacağımız karakterlerin trajik yaşam öykülerini görüyoruz. Filmin ismi ise bir saat sonra beliriyor ekranda. Yu’nun hikâyesinden sonra Zero Kilisesi mensubu Koike’nin trajik geçmişi ve babası ile yaşadığı ensest ilişki gözler önüne seriliyor. Baygın babası ile önce cinsel ilişkiye girmesi, ardından penisini koparması ve bunun sapkınlık olarak değil de trajedi şekilde sunulması zor iş. Akabinde Yoko’nun trajik deneyimini görüyoruz. Onu arzulayan babasının, iyi bir baba olmak ve kızına zarar vermemek için eve sürekli farklı kadınlar getirmesine tanıklık ediyoruz.
Karakterlerin ortak özelliği annelerinin olmayışı. Filmde Hıristiyanlık ve annenin eksikliği yoğun hissediliyor.
Filmin en başarılı yanı mümkün olduğunca fazla olguyu sıkmadan ve birbirine karıştırmadan bizlere sunması. Yu’nun, kimsenin gıpta etmeyeceği yetiştirilme tarzı ve yaşamı bir hayli ilgi çekici. Etek altı resimler çekme konusundaki uzmanlığı, inancını bir kaybeden bir kazanan ve en sonunda oğlunu terk eden bir baba, kendisi ile değil de kadın görünümündeki kimliği Sasori ile beraber olmak isteyen bir kız arkadaş… Kısacası, yönetmen Sono yine aile bağları üzerine keşfe çıkıyor. Bireyin ailedeki önemi, farklı yükümlülükleri ve herkesin sevgiye ve kabul görmeye aç olması… Sevgi ve kabullenme için her şeyi yapmaya razı olmaları… Diyeceğim o ki, yönetmen aile içi ilişkiler hususunda oldukça derine inmiş.
Love Exposure’da rahiplik, aile, intihar, gerçek aşk, kadın külotları, ereksiyon gibi olgu ve nesneler işlenmiş ama sömürülmemiş. Kabul ediyorum, şu an yazınca tuhaf gelebilir ama tüm bu temalar gayet tatlı bir şekilde sunuluyor. Örneğin Yu’nun Yoko ile yaşadığı ikilem dolu aşk, sömürülmekten çok uzak. Tuhaf, kimi zaman absürt ama kesinlikle klişe ve “yine mi aynı şeyler” dedirtmiyor. Veya tam tersi bir etki yaratıp uzaklaştırmıyor. Yu ne zaman Yoko’yu görse ereksiyon olmaktadır. Üstelik bir başkasını gördüğünde asla ereksiyon durumu yaşamamaktadır. Şimdi bu durum ilk bakışta sapıklık olarak algılanabilir. Hak da veriyorum ama sunuş tarzı öyle “Shakespearevari” ki yaşanılan ereksiyon olayı filmde saf aşkı temsil ediyor. Çünkü ereksiyon olmak demek seks demek ve seks de romantizm ile aşkın vazgeçilmez bir parçası olarak kabul ediliyor. Yu kendisini Yoko için saklamıştır ve “ereksiyon” izleyiciye aşkın garip bir metaforu şeklinde yansıtılmaktadır.
Filmin bir yerinde Yu, kadın kılığındayken Yoko’ya lezbiyenliğin yanlış bir şey olmadığını söyler. Elbette ilk bakışta Yu perukla da olsa onun aşkını kazanmaya çalışıyor gibi görülebilir ama filmi bütün olarak ele aldığımızda aslında verilmek istenenin “aşkın birçok şekilde olabileceği düşüncesi” olduğunu anlayabiliriz. Film, “toplum ne düşünürse düşünsün, din ne derse desin aşk aşktır ve tekelleşemez” mesajı verir. Karakterler üzerine yoğunlaşan sahneler filmin ilerleyen bölümlerinde yerini bütün aileye odaklanmaya bırakıyor. Yani tekten çoğula geçilerek bir nevi tümevarım yapılıyor.
Aşk, cinsellik, sapıklık gibi temalar olur da şiddet sahneleri bulunmaz mı? Love Exposure doğal olarak bol kan sergilemekten de kaçınmıyor. Filmde birkaç dövüş sahnesi de mevcut ve deyim yerindeyse kan gövdeyi götürüyor. Yönetmen Sono, karakterlere gözümüzün önünde heykeltıraş gibi şekil veriyor ve bir karakter cinayet işlediğinde şaşırmıyor veya “bunu nasıl yapabildi” gibi cümleler sarf etmiyoruz.
Destansılık iddiası olmayan bu destansı hikâyede, herkese hitap eden, hayatından kesitler görebileceği bölümler mevcut. Filmde yer alan bütün karakterler büyüleyici ve oyuncular rollerini layıkıyla yerine getirmiş. Hikâyeden hikâyeye geçişler de oldukça yumuşak gerçekleştirilmiş. Bir anda, “neredeydik nereye geldik” demiyorsunuz.
Filmin sonuna gelecek olursak… Aslında böyle bir hengâmede her şeyin dağılmasını bekleyebilirsiniz. Lakin demiştim ya hani ağ gibi ilk bakışta karmaşık ama düzenli diye. Sion Sono filmi hem sürpriz, hem de tatmin edici bir şekilde noktalandırıyor ki bunu yapmak gerçekten usta işi.
Filmde Hristiyanlığa bolca ve bolca göndermeler mevcut. İlk başta Yu’nun Meryem’ini ararken kızların etek altı fotoğraflarını çekmesi ve kendisini sadece Yuko’nun ereksiyon haline getirmesinden dolayı Meryem’inin Yuko olduğuna inanması dikkat çekiyor. Hemen ardından Yu’nun babasının çılgın, sürekli erkekler ile birlikte olan Kaori için kiliseden ayrılması ve Kaori’ye karşı büyük bir cinsel dürtü hissettiğini itiraf etmesi geliyor. Zero kilisesi ile de kiliselerin insanları sömürmesi, kendilerine çekmek için her türlü kandırmacayı yaptıkları anlatılıyor. Yu’nun ailesini film aralarında kesitler halinde büyük bir haçın etrafında tutunmuş yer yer haçı dik tutmaya çalışırken yer yer düşmüş haçın etrafında perişan halde yatarlarken görürüz. Bu da Hristiyanların aileyi nasıl parçaladığını anlatmakta.
Filmdeki en büyük dram ise annesiz ve babası sebebi ile kilise ortamında büyüyen yalnızlığı sembolize eden Yu’nun dramıdır. İlgisiz babasın ile iletişim kurabilmek için her türlü belaya bulaşır. Babası Kaori ile evlendikten sonra herşey düzeldi derken bu sefer sıfır kilisesinin hain planlarına karşı ailesini ve hayatın aşkı, Meryem’i Yuko’nu kurtarmak için mücadele verir. Belirtmeliyim ki cinselliğin ön plana çıktığı hiçbir filmde aşk bu kadar masum anlatılmamıştır.
Filmin oyuncuları gerçekten sinema tarihinde en başarılı oyunculardan sayılabilecek kadar yetenekliydiler. Özellikle Yu karakterini canlandıran Takahiro Nishijima’nın performası kesinlikle mükemmeldi. Zaten filmi bir yerden sonra mükemmel oyunculuğu ve harika yaratılmış karakteri ve sadece Yu için bile izleyebilirsiniz.
Cold Fish (2010)
Bir insanı nasıl yok edersiniz? İşin püf noktası önce bedeni minik parçalara bölmek ve et ile kemiği birbirinden ayırmakta. Ardından, kemikleri bir varil içinde kül oluncaya kadar yakın ve etleri de balıklara yem edin. Biraz zamanınızı alabilir ama prosedür oldukça basit. Peki, bunu size neden anlattım? Bu satırları yazdım çünkü bunlar Cold Fish adlı filmin bize öğrettiklerinden sadece biri. Sion Sono’nun Nefret Üçlemesi’nin ikinci filmi Syamoto adında çekingen bir balıkçının hikâyesini konu alıyor. Filmin konusu 90’lı yıllarda Gen Sekine isimli bir hayvan satıcısının karısı Kazama ile birlikte işlediği cinayetlerden esinlenilerek ortaya çıkmış. Özellikle belirtiyorum. Film, gerçek bir hikâyeden konu edinmiş.
Nobuyuki Syamoto, çeşitli balıklar satan bir dükkânın sahibidir. İlk karısı ölünce bir süre sonra yeniden evlenmiş ve kızı ile karısının anlaşmazlıkları ile kahrolmaktadır. Nobuyuki Syamoto, çekingen ve ürkek olmasına karşın kızı tam bir zorbadır. Umursamaz, hırsızlık yapan ve hiç çekinmeden babasına kabalık taslayan birisidir. Bunun en büyük sebebi Nobuyuki’nin ilk karısı öldükten sonra başka bir kadınla evlenmesidir. Mitsuko, üvey annesi Taeko’nun varlığından son derece rahatsızdır ve yaptığı herşey gözüne batar. Bu sebeple de babası ile büyük bir ayrıma düşer.
Nobuyuki’nin ikinci karısı ise kendisini tamamen mutfağa adamış ve kocası ile ilişki kurmayı kesmiştir. Çünkü Mitsuko, Taeko’yu sürekli döver. Nobuyuki de pasif olduğu için buna müdahale edememektedir. Günün birinde balıkçılar arasında bir üne sahip olan girişimci Murata, Mitsuko’nun hırsızlık yaptığı bir olayda Syamoto ailesine yardımcı olur ve onlara ortak yapabilecekleri bir iş teklif eder. Murata, Mitsuko’yu topluma kazandırmak ve onu düzgün bir birey haline gelmesine yardımcı olmak için kendi dükkanında iş verir ve Nobuyuki ile ortak bir işe başlarlar. Lakin bu ilişki aşk, seks, nefret ve intikam duygularını harekete geçirecektir. Tabi bunların hepsinin bir karşılığı olacaktır. Shamato, karşılığında insanlar nasıl yok edilir, öğrenecektir. Nobuyuki’den herhangi bir para almadan onu ortak yapması Nobuyuki’yi Murata’ya borçlandıracak ilk iştir. Ve işlenen cinayetlere ortak edilmesi de Nobuyuki’ye Murata’nın adamı olmasından başka bir çare bırakmayacaktır. Nobuyuki kendisini büyük bir belanın içinde bulup suçluluk duygusu ile kavrulsa da elinde hiç bir şey gelmez. Tek dileği eşi ve kızı ile mutlu bir aile olmak iken; kan ve vahşetinin içine nasıl girdiğini kendisi de anlayamaz.
Murata, Mitsuko için sevecen, güçlü bir baba figürü oluştururken Taeko içinse güçlü, ne istediğini bilen, zengin bir fırsat olarak görülüyor. Eşi Nobuyuki’nun pasifliğinden çok sıkılan Taeko kendisine şiddet ve cinselliği birleştirerek yaklaşan Murata’nun kollarında tatminkarlığa ulaşıyor. Böylece Nobuyuki hem kızından hem de eşinden büyük bir ihanet uğramış oluyor ve nefretini asıl harekete geçiren Murata’nın cinayetleri değil kendi uğradığı sadakatsizlik oluyor. Bir nevi Murata sayesinde Nobuyuki güçlü bir erkeğe dönüşüyor. Lakin bu dönüşüm kimse için bir sonuç vermiyor, asıl kan vahşeti bundan sonra başlıyor.
Filmde olan biten birçok olay var ve hepsi de sanki “eli bıçaklı bir deli” üzerinize geliyormuş gibi işleniyor. Ayrıca yönetmen Sion Sono nasıl bir bukalemun olduğunu Cold Fish ile bizlere göstermiş. Her ne kadar artık Sono’nun imzası sayılan parçalanmış aile, güç ve seks unsurları bu filmde de olsa da işleniş tarzı bakımından diğer yapımlarına nazaran farklı. Nobuyuki’nin kızını işe alırken Murata aslında ona babalık da yapmaya başlıyor. Babalıkla da kalmayıp Nobuyuki’nin eşiyle beraber olarak eş rolünü de oynamaya başlıyor. Ailedeki roller sürekli değişmekte ve hikâyenin akışına göre şekil almakta. Bu da aslında bizlere güç savaşının ne derece çetin geçtiğini gösteriyor.
Cold Fish ile ana karakter Nobuyuki’nin yer altına battıkça yaşadığı değişimlere tanıklık ediyoruz. Pasif bir adamken sinir bozucu kızını başka bir adama emanet ediyor, daha fazla para kazanmak için hiçbir fırsatı kaçırmıyor. Balıkçı dükkânının sürekli boş olduğunu göz önüne alırsak paraya ihtiyacı yok da değil. Ne zamanki iş işten geçiyor, Nobuyuki ancak o zaman nasıl işlere bulaştığının farkına varıyor. İhtişamın çekiciliğinden gözleri kamaşan balıkçının değişimine bizler de ekran başından tanıklık ediyoruz. Elbette gözler önüne serilen sadece Nobuyuki karakterinde yaşanan değişimler değil. Nobuyuki’nin dışında Murata’nın da aslında insan kılığında bir canavar olduğunu görüyoruz. Murata bunu çoktan kabullenmişken Nobuyuki zaman ilerledikçe farkına varıyor. Sıradan ve fark edilmeyen bir insan olan Nobuyuki’den; bir adamın derisini canlı canlı yüzecek Nobuyuki’ye yaşadığı ruhsal değişimleri aktarmakta, Sono başarılı bir iş çıkarmış. Murata’nın aklının başında olmadığını anlamak ise güç değil, çünkü bir ölünün yüzünü keserken ağzı kulaklarına varıncaya kadar sırıtabilmek normal bir insanın yapacağı bir şey değil. Film birçok kesim tarafından slasher tarzı kanın gövdeyi götürdüğü bir korku filmi olarak tanımlamaktadır ki bu çok yanlış bir kanı. Film adeta ürkütücü bir dans gösterisi ve ana teması da toplumsal çöküş.
Ve elbette kan… Cold Fish’te bolca kan var. Cold Fish’i güçlü bir dram filmi olarak görürseniz hata yapmış olursunuz. Evet, filmde büyük bir dram var. Bir ailenin farklı bireylerinin gelişimleri ve yaşadıkları karanlık olaylar söz konusu ama hangi dram filminde olaylar varilin içindeki kemiklere bağlanıyor ki? Filmde yaşanan insan kıyımı oldukça gerçekçi ve birçok kişiyi rahatsız edebilir. Gerek banyoda asılan bir cesetten damlayan kan, gerekse boynundan yediği bıçakla damarlarından akan kan; her şey çok şiddetli gelişiyor. Aslında bir nevi çizgi film gibi bir hava da hâkim filme. Özellikle Murata karakteri filme çok şey katıyor ve Batman filmlerinde Joker ne ise Cold Fish’te de Murata o: Bir o kadar gerçek ama absürt.
Filmde Hristiyanlığa bolca göndermeler de var. En dikkat çekici olanı bütün bu vahşetin olduğu yerin bir kilise olması. Evet, terk edilmiş bir kilisede insan bedenleri parçalanıyor. İlk filmdeki gibi bolca Meryem ana heykeli ve haç işareti görünmekte. Burada da yönetmen Sono’nun yine Hristiyanlığa yaptığı göndermeyi görüyoruz. Sono’nun filmlerinde günahlardan arınmayı temsil eden birçok unsur aslında günahların doğumuna işaret ediyor. Günahlardan arınmak id’in ön plana geçmesi ile id’den arınmayı sembolize ediyor bir nevi. İnsanın en hakiki duyularını kapsayan id, Sono filmlerinde bize tam da beklenilen duyguları yaşatıyor aslında. Bana kalırsa Sono’nun Hristiyanlık ile olan kavgasının sebebi de bu kadar yüceltilen bir dinin aslında felaketler doğurabileceğini anlatmak olmalı. Zira hemen hemen bütün filmlerinde Hristiyanlık nefretini kullanmış.
Ayrıca filmde akvaryumdaki balıkların karnının küçük balıklar ile doyurulduğunu bolca görmekteyiz. Film bize sürekli büyük balık küçük balığı yer, güç herşeydir düşüncelerini de veriyor.
Filmde cinsel sahneleriyle dikkat çeken Taeko rolündeki isim ise Megumi Kagurazaka. Megumi Kagurazaka, Japon sinemasının yetenekli oyuncularından olsa da daha çok cinselliği ile ön plana çıkmış isimlerden. Eski bir model olan Kagurazaka, Sono’nun filmlerinde genelde karşımıza çıkan bir isim. Aynı zamanda kendisi Sion Sono’nun eşi. Filmi izleyenlerin Sono’nun eşini oynattığı sahnelere şaşıracağınızı düşünüyorum. Film zaten Türk etik kurallarını yerle bir eden bir film bir de bir adamın filmde eşini seks objesi olarak kullanması kesinlikle bize yanlış gelecek unsurlardan olacaktır. Aslında bu tarz temaları sadece bu filmde görmüyoruz. Genel olarak Japon filmlerinde, özellikle son dönemlerde ensest ilişki, parçalanmış aileler, bolca cinsellik, kan gibi unsurlar ön plana çıkarılmakta. Sono da nefret üçlemesinde bu temaları mümkün olduğu kadar açık ve sert bir dille izleyiciye sunmuş.
Guilty of Romance (2011)
Guilty of Romance, sıradışı yönetmen Sion Sono hakkında düşüncelerimizi tasdik eder nitelikte. Sono’nun insanın karanlık tarafını göstermeye hevesli ve toplumsal uzlaşama hatırına fikirlerinden taviz vermeyen bir yönetmen olduğunu bir kere daha anlıyoruz.
Kadın Dedektif Yoshida (Miki Mizuno), Tokyo’nun Shibuya bölgesinde yıkık dökük bir binada bir cinayet davasını soruşturmaktadır. Bir katil, öldürdüğü kişilerin kafalarını ve uzuvlarını manken parçaları ile değiştirmektedir.
İzumi, (Sono’nun Cold Fish adlı filminde de Taeko rolünü oynamıştı, daha önce de belirttiğim gibi kendisi yönetmen Sono’nun eşidir.) erotik romanlar yazan ünlü bir romancı olan Kikuchi’nin (Tsuda) ağır başlı eşidir. Günlerini evi temiz tutmak, kocasına çay servisi yapmak gibi şeylerle geçirmektedir. İkilinin evlilik hayatında sekse yer yoktur. Kikuchi’yi en çok ilgilendiren şey eve dönüşte terliklerini düzgün hizada ve hazır bulmaktır.
İzumi, sıradan hayatından çok sıkılmıştır. Önce bir süpermarkette stand görevlisi olarak sosis satmaya başlar. Sonra seksi fotoğraflar çeken bir ajansla tanışır. Bu tanışma İzumi’nin içindeki ateşi parlatacak ve Dogenzaka’nın arka sokaklarında müşteri arayan bir fahişeye dönüştürecektir.
İzumi, gündüz elit bir edebiyat profesörü iken geceleri nemfoman bir fahişeye dönüşen Mitsuko ile karşılaşır. Başarılı oyuncu Makoto Togashi’nin canlandırdığı Mitsuko, Love Exposure filminde Sakura Ando’nun canlandırdığı kendi çıkarları için manipülasyon yapmaktan kaçınmayan, sapık yöneticiyi, özellikle de Noriko’s Dinner Table filmindeki Tsugumi’yi andırıyor.
Cüretkâr sahnelerine rağmen filmin “kesmeleri” sahnelerinden daha etkileyici. Mesela: İzumi süpermarkette çalışırken, orta yaşlı yöneticisi onunla konuşur ve elini kadının omzuna koyar. Taciz edip etmediğinden emin olamayız. Sahne bu noktada kesilir. İzumi’nin lavaboda elini yıkadığı bir sahneye geçilir. İzumi aynada kendisine bakar ve gülümser. İki olay arasında ne geçmiştir bilemeyiz. Yorum, izleyiciye kalmıştır.
Sono, karanlık öyküsünü akıllı ve komik dokunuşlarla şekillendirerek, hikâyenin merkezindeki utangaç İzumi’nin bir seks düşkününe dönüşmesini anlatıyor.
Film aynı zamanda Kafka’nın gizemli romanı The Castle’da hayal kırıklığı yaşayan kahramanından referanslar taşıyor. Bir çok Japon filminin aksine derin anlamlar taşıyor ve yoruma açık bir film.
Sono’nun diğer filmlerinin aksine bu filmde açık Hristiyanlık sembolleri görünmüyor.
Hikâyede birçok şey havada kalıyor Filmi sarmalayan Dedektif Yoshido’nun (Mizuno) soruşturduğu cinayet dosyaları gibi. Katilin tuhaf çalışma tarzı anlatımda bir önem arzetmiyor.
Bu arada filmin 144 dakika ve 237 dakika olmak üzere iki versiyonu olduğunu söyleyelim. Yönetmen, Cannes’daki Director’s Fortnight için filmi yeniden kurgulayarak 144 dakikaya düşürmüş.
Film, kadın cinselliğini uç bir yaklaşımla ele alıyor. Hikâyesini işlerken cinsel ve psikolojik derinliklere inmeye de çalışıyor. Ayrıca bu filmde J-Pop yerine daha çok Mahler’in klasik eserleri tercih edilmiş.
Film; zaman ve mekân kavramlarının yok oluşu, karanlık cinselliği, gizem ve tehlikeleri ile bize Kubrick’in Eyes Wide Shut filmini hatırlatabilir. Ama çok ayrı bir yerde durduğunu belirtelim.
Guilty of Romance, karanlık bir seks dünyasının bolca şaşırtan, renkli ve zevkli bir yansıması. Arka plandaki cinayet hikâyesi de sadece bu dünyanın daha net hale gelmesine hizmet ediyor. Ayrıca konusu 1997’de gerçekleşen Yasuko Watanabe cinayetinden uyarlanmış.
Bu filmde diğer iki filmden farklı olan en büyük etmenlerden birisi de ana karakterin cinnet geçirip ortalığı kan gölüne çevirmemesi. Film boyunca İzumi karakterinin kadınlığını keşfetmesi ve bunu kullanmasını izliyoruz aslında. Ve filmde zıtlık çok güzel bir şekilde kullanılmış: İzumi, kadınlığını keşfederken, kadınlığını fazlası ile kullanan Mitsuko’nun annesi tarafından öldürür. Yönetmen bu duyguyu o kadar akıcı ve etkileyici bir şekilde işlemiş ki film konusu itibari ile bize uzak gibi dursa da bir anda kendinizi filmin içinde bulabiliyorsunuz.
Annesi, gündüzleri profesörken geceleri fahişelik yapan Mitsuko’dan utanıyor ve nefret ediyor. Soylu bir kadın olan anne, ölene kadar ahlaksız ve sapık bir adam olarak yaşayan Mitsuko’nun öz babasının davranışlarının kızında devam etmekte olduğunu düşünür.
Kocası tarafından sürekli görmezden gelinen ve bir hizmetçi gibi kullanılan Izumi, Mitsuko’nun kendinden emin, erkek gibi tavırlarından etkileniyor ve kendisini ezdirmemek için onu taklit etmeye başlıyor. Mitsuko’ya göre bir erkekle bedava yatılamamalıdır. Herşeyin bir bedeli vardır ve kadın vücudunu sunduğu erkekten bu bedeli almalıdır.
İzumi bir gün aşk otelinde Mitsuko’nun odasına girer ve bir adamla birlikte oluşunu izler. Daha sonra adamın yüzünü gördüğünde şok olur. Mitsuko ile beraber olan adam, Izumi’nin kendisine cinsel olarak hiç yaklaşmayan kocasıdır! İzumi’nin kocasının uzun zamandır Mitsuko’nun sabit müşterisi olduğunu öğrenir. İzumi’nin kocası, Mitsuko ile yıllardır cinsel ilişki içindedir ve kitapları yazarken Mitsuko’dan ilham almaktadır. Izumi’ye cinsel bir arzu beslememesinin sebebi de Mitsuko’dan istediğini fazlası ile almasıdır. İşin en çarpıcı tarafı ise, Mitsuko’nun gerçeği biliyor oluşu ve İzumi’ye bu sebeple yaklaşmış olmasıdır.
Nefret üçlemesi olarak karşımıza çıkan bu son filmde diğer filmler kadar kan, vahşet, intikam ve aşk görmesek de cinsellik diğer filmlere nazaran çok daha fazla ön plana çıkmış. Film aslında saf, ahlaklı ve pasif bir kadın olan İzumi’nin zamanla kocasının ilgisizliği ve Mitsuko’nun etkisi ile porno oyunculuğuna daha sonra da fahişeliğe başlamasının traji komik hikâyesidir.
Bu yazı http://japonsinemasi.com/ ve Japon Sinema Dergisi’nde yayınlanmıştır.
Gerçekten uzun olmasına rağmen gayet akıcıydı. Bir solukta okudum. Gayet güzel bir yazı olmuş 🙂