3 Boyutlu, 3D Sinema, Yeni Sinema mı?

Sinema sanatı,  bilimsel bir keşfin sonucunda ortaya çıkmış bir sanat dalıdır. Her bilimsel keşif de teknolojinin sürekli ilerlemesine paralel olarak zamanla gelişir hatta bazen form değiştirir. Sinemanın ilk yıllarında, sinemayı resim ile kıyaslayıp “resimdeki kalem ve kağıt, sinema sanatında kamera ve perde olarak karşımıza çıkar” diyebilirdik. Ancak şimdi durum pek de öyle gözükmüyor. Teknolojik gelişmelerin ışığında, sinema sanatçıları (kimine göre mucitleri de denebilir) sinemanın daha da gerçeğe yaklaşmasını sağladılar. Sinemaya önce ses, sonra renk girdi, birçokları tarafından önce reddedilmesine rağmen asla bu gelişmelerin önü kesilmedi. Sinemanın tanımları arasında yer alan “gerçek hayatın taklidi, bir yansıması” ifadesini göz önünde bulundurursak, sinemanın üretim sürecindeki gelişiminin yalnızca daha da gerçekçi filmler çekebilmek olduğunu fark ederiz (elbette aynı gerçekçilik ve kalitede, fakat daha ekonomik film üretme amacı da göz ardı edilemez)

Sinemanın seyir biçimlerindeki gelişmeleri düşündüğümüzde karşımıza bambaşka bir portre çıkıyor. Sinema önceleri yalnızca sinema salonlarında izlenirdi. Televizyon sayesinde sinema evlerimize girdi, sonra kaset oynatıcılar, ardından disk oynatıcılar (VCD, DVD, B-Ray) birbirini izledi, böylece istediğimiz filmi satın alarak istediğimiz zaman izleme şansına sahip olduk. Ancak bütün bunlardan daha da radikal değişiklik tüm dünyada internet hızının artması ile gerçekleşti. Gerek korsan, gerekse legal yollardan filmlere ulaşmak daha da kolaylaştı. Artık film izleme denince aklımıza “evde bilgisayar başında  (genellikle yasadışı bir şekilde) herhangi internet sitesinden indirerek hatta indirmeden doğrudan siteden izleme” faaliyeti geliyor. İnsanların birçoğu da bu şekilde film izliyor. Üstelik bu filmleri izlemek istediğiniz platform da oldukça geniş, ister salonda baş köşeye kurduğunuz televizyonunuzdan ya da yatakta uzanarak kucağınıza aldığınız dizüstü bilgisayarınızdan, elinizdeki cep telefonunuzdan, tablet bilgisayarınızdan, hatta fiyatı bir cep telefonundan çok da fazla olmayan bir projektör sayesinde perdeye/duvara yansıtarak (geleneksel sinemaya en yakın kişisel film izleme deneyimi de bu olmalı) izleyebiliyoruz. Sinema salonlarında film gösterimleri elbette devam ediyor ancak bütün bu olanaklar sebebiyle epey gözden düşmüş durumda. İnsanlar artık evlerinden çıkmadan, hatta yataklarından kalkmadan istediği bir filme ulaşabiliyorken (herhangi bir ücret ödemeksizin) geleneksel sinema izleme ritüeli doğal olarak kan kaybediyor. İçinde yaşadığımız şu dönemi düşünürsek sinema bileti alıp sinema salonunda film izlemenin tümüyle terk edilmemiş olmamasının bir kaç sebebi kaldı. Örneğin dev bir perde ve çok yüksek bir ses seviyesi hala insanların evlerinde ulaşabilecekleri bir lüks değil, bu avantaj sinema tutkunlarının favori yönetmenlerinin filmini beyaz perdede izlemek istemesini sağlıyor. Tabi ki kalabalık bir arkadaş grubu ile film izlemek de aynı zamanda sosyal bir eylem olan sinemaya gitme faaliyetini canlı tutan nedenlerden. Yeniden üretim sürecine dönersek, günümüzde; özellikle nano teknoloji devriminden sonra sinema sanatının teknolojik yönden ilerlemesi hızlanırken sinemanın bazı özellikleri şekil değiştirmeye başladı. Yüksek çözünürlüklü dijital kameraların ve kurgu programlarının rahatlıkla çalıştırabilecek bilgisayar donanımlarının ulaşılabilir hale gelmesi üretim sürecini şirketlerden halka indirdi. Sinema tutkunları kendi kısa filmlerini ya da filmlerini üretirken oldukça kaliteli sonuçlar elde etmeye başladılar. Üstelik bu filmleri de dünyanın her yerinden izlenebilecek ortamlarda, internette, yayınlamak ücretsiz. İnternetin sunduğu bu imkânlar amatörlere sinema üretiminde büyük cesaret verdi. Bu yollarla yerel hatta dünya çapında şöhrete ulaşanlar oluyor. Fark edilmeyi bekleyen yeni yetenekler, bağımsız yönetmenler basamakları hızla tırmanabiliyor.

Sinema teknoloji ile birlikte gelişirken amaç hep görsel yönden daha gerçekçi filmler çekmekti. Kökeni çok eskilere, Nazi Almanya’sına dayansa da 1980’lerde sinemaya ses ve renkten sonra üçüncü boyut eklendi. İzleyiciyi filmin içine çekmek, gerçeklik duygusunu arttırmak için öne çıkarılan bu teknoloji şimdilerde yeniden revaçta. Üç boyut teknolojisinin geleneksel film izleme ritüelini yeniden canlandırmaya başladığını söyleyebilirdik ancak üç boyutlu televizyonlar çoktan üretilmeye başladı, bazı kanallar üç boyutlu televizyon yayını bile yapıyor.

Ancak sinemaya üçüncü boyutun girmesinin, (en azından bu hali ile) ses ve rengin sinemada boy göstermeye başlaması gibi büyük bir devrim niteliği taşımadığını düşünüyorum. Bunu söylerken “Hepiniz saçmalıyorsunuz, Tanrı aşkına, bir aktörün ya da aktrisin konuşmalarını duymayı kim ister ki?” diyen sessiz sinema döneminin film yapımcılarından Henry M. Warner ya da “Televizyon en geç altı ay içinde piyasadan silinecektir, insanlar her akşam böyle bir kutuya bakmak istemezler.” diyen Twentieth Century Fox’un başkanı (1924) Daryik F. Zanuck gibi büyük bir gafa imza attığımı düşünmüyorum. Yıllar sonra bu sözlerim kötü bir tespite dönüşmeyecek, çünkü üç boyutlu sinema filmi olarak adlandırılan mevcut sistem sinemanın üçüncü boyuta ulaşmış hali değil, sadece filmdeki yakın görüntüleri optik bir illüzyon sayesinde daha yakındaymış gibi görmemizi sağlamaktan ibaret bir sistem. Birçok izleyici bu sahte üç boyut algısından memnun da görünmüyor bundan keyif alan izleyiciler ise filmi daha gerçekçi bir hale getirdiğini iddia etmiyor. Deneyimlenen şey aslında gözümüzün cisimleri gördüğü şekildeki gibi üç boyut algısından çok mekanik ve sıradışı bir görüntü ”Fakat bu filmleri izleyen birçok insan, bazen belli-belirsiz, bazen de ileri düzeyde bir rahatsızlık hissediyor. Sinemadaki görüntüleri olabildiğince “gerçeğe yakın” deneyimlemeye çalışırken, çoğu zaman görüntülerin “olağanüstü” yapısı, izleyenleri bir hayli yorabiliyor. Bunun arka planında ise, tabiatta milyarlarca yılda şekillendirilmiş olan görme ve görsel algı sistemimizin yanında oldukça ilkel kalan modern teknolojimizin yetersizlikleri yatıyor” ( Sinan Canan N-beyin.com 3d filmler aslında kaç D? adlı makalesi) Her ne kadar izleyicilerin zaman zaman üç boyut faktöründen gerçekten etkilenip üzerlerine cisimlerin gelmesine refleks gösteriyor olsa da, bu bana hep Lumiere Kardeşlerin “Trenin istasyona girişi” filminin gösteriminde yaşananları aklıma getirir. İzleyicilerin bu filmdeki görüntünün siyah beyaz ve iki boyutlu olmasına rağmen trenin üzerlerine geldiğini sanıp korkmuştular, çünkü bu onların hayatlarındaki ilk sinema deneyimi olmuştu. Üç boyutlu film de de süreç bunun aynısı. Film yapımcılarının bu teknolojiye büyük yatırımlar yapıyor olması yılda bir kaç filmin üç boyutlu versiyonlarının vizyona girmesi bu tezi çürütmüyor. Üç boyutlu filmlerin sadece aksiyon, korku veya macera filmleri olması elbette tesadüf değil. (bir dram filminin ya da popüler kültür ürünü kabul edemeyeceğimiz bir filmin üç boyutlu üretileceğine hiç ihtimal vermiyorum) Üç boyutlu sinema teması her ne olursa olsun izleyiciyi maceranın içindeymiş gibi hissetirip filmden alacağı keyfi katlamayı amaçlıyor. İzleyicinin bu deneyimi yaşarken filmi daha gerçekçi mi hissettiği ise tam bir muamma. Dünya çapında bir fenomen olan “Yüzüklerin Efendisi” serisinin evreninde ilk üç filmden önceki olayları anlatan “Hobbit” serisini heyecanla bekleyen “Yüzüklerin Efendisi fanatikleri”nin büyük bir çoğunluğunun filmi üç boyutlu izlemeyi reddettiğini filmin normal versiyonunu izlemeyi tercih ettiğini biliyoruz. Aksi takdirde sinemaya üç boyut girdiği anda üç boyutlu olmayan filmler “eski moda” görünecek ya da onlardan iki boyutlu film diye bahsedip sinemanın standardını üç boyutlu kabul edecektik.

Sinemanın ilk yıllarındaki filmlere “siyah beyaz film” “sessiz film” “kısa film” diye adlandırıp mevcut filmleri olması gereken gibi gördüğümüz gibi. Oysa ki sinemanın ilk yıllarında filmler; sessiz, renksiz ve kısa metraj filmlerdi, ama onları bu şekilde niteleyen elbette yoktu. Özetle günümüzdeki kullanımı ile üç boyutlu film sinemaya gerçekçilik katmadı sadece yeni bir akım olarak ortaya çıktı. 1980’lerde de ortaya çıkıp ömrü kısa sürmüştü. Bu sefer kalıcı olarak geldi ancak alışageldiğimiz sinemanın yerine geçmek için değil, daha çok popüler sinemanın eğlence unsuruna bir eklenti olarak. İzleyicilerin yaş gruplarını da doğru analiz edersek bunu rahatlıkla görürüz. Zira 16 yaş ve altı üç boyutlu sinemanın izleyicilerinin büyük çoğunluğunu teşkil ediyor. Kapitalizm burada bir açık hissetmiş olacak ki girişimciler olayı daha da ileriye götürüp her AVM’de “7D sinema” gibi lunapark aletlerine benzeyen, izleyenlere animasyon film eşliğinde hareketli koltuklar vibrasyon rüzgar vb. özellikler sunan sistemler kurdu bile. Onların hedef kitlesi de elbette çocuklar. Üç boyutlu filmlerdeki seyirci özdeşleşmesine etkisi ise olumlu. Seyircinin filmin içine girme sürecini hızlandırıyor, etrafta uçuşan elinizi uzatsanız tutacağınızı sandığınız cisimler izleyiciyi filmin bir parçası yapıyor. Hele ki oyuncunun gözündenmiş etkisi veren kamera açıları. Tabi ki yukarıda bahsettiğimiz gibi bu sadece bir optik illüzyon ve gerçek bir üç boyut deneyimi değil. Belki ileride bilm-kurgu filmlerde sıkça rastladığımız (Matrix, Inception vb.) beyine bağlanan, bağlandığı kişinin bedenini uyku haline sokup zihnini bilgisayar programı ile üretilmiş evrende özne yapan ütopik cihazlar gerçek olur. İşte o zaman gerçekten üç boyut olgusu doğru manasında kullanılmış olur. Ama bunun adına sinema denir mi? İşte o tartışılır.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir