Tarantino’nun 8. Filmi The Hateful Eight, teenage grubuna giren arkadaşlarımızı sıkmış gibi görünse de özellikle Samuel L. Jackson, Kurt Russel ve Jennifer Jason Leigh ile göz dolduruyor ki Django için de benzer şeyler duymuştum.
DİKKAT! SPOILER İÇERİR!
Öncelikle filmimizin Django’dan aşina olduğumuz klasik ödül avcısı hikayesi gibi başlaması ilk dakikalarda bir hayal kırıklığı oluşturdu. Acaba Tarantino’nun ikinci westerni de birincinin bir benzeri mi olacaktı? Ancak sürükleyici diyaloglara ve sadece birkaç mekânda geçmesine rağmen izleyiciyi alıp götüren bir akıcılığa sahip film beni Tarantino’ya karşı mahcup etti.
Filmimiz ödül avcılığı ile başlayıp, katil kim oyunu ile devam edip Rezarvuar Köpekleri ile sona eriyor. Filmin birkaç kelimelik özeti bu. Özellikle suçlu kim kısmı Agatha Christie romanlarından uyarlama filmleri aklıma getirmedi değil. Rezarvuar köpekleri ile paralellik kurmamın üç nedeni var:
1. İki filmde de gerçek kimliği bilinmeyen biri var. 2. İki film de büyük ölçüde tek mekanda geçiyor 3. İki filmde de yerde yatan ölü ve yaralılar var.
Yazı, filmi seyredenler için bir değerlendirme. Bu yüzden izlemediyseniz ve hala okumaya devam ediyorsanız lütfen bırakın. Hem spoiler yememiş olursunuz hem de zaten bir kısmını anlamayacaksınız.
Film, karlarla kaplanmış Hz. İsa heykeli görüntüsü ile başlıyor. Hz. İsa figurunun burada kullanılmasının iki sebebi olabilecegini düşünüyorum: Birincisi, heryer karlar ile kaplı. Kahramanların geçtiği yolları, yollarının kesiştiği yerleri ve nerede olduklarını seyirciye belirtmek için. İkincisi ise filmin sonundaki vahşeti ve ölümü vurgulamak için. Buna bir üçüncüsünü de ekleyebiliriz. Masum Minnie ve arkadaşlarının ölmeleri ve herşeyin onların ölümü üzerine kurulması. Bilindiği üzere Hristiyan inancına göre Hz.İsa da öldürülmüştür.
Filmin müzikleri ve karlarla kaplı o muhteşem dağ manzaraları da filmi ilk saniyeleri itibari ile seyirciyi büyülüyor. Buram buram sanat kokusu veriyor.
Şerif karakterini oynayan (ki gerçekten şerif mi değil mi hala emin değiliz ve bu emin olmadığımız bir çok şeyden biri) Walton Goggins, her ne kadar dev oyuncuların gölgesinde kalmış gibi dursa da özellikle arabaya binmeden önce sergilediği dalgalı ruh haline sahip adam portresi ile hayranlığımızı topluyor. Yalvaran adamdan, yalvartan adama dönüşmesi ve bunu diyalogların ötesinde usta bir oyunculukla sunması dikkate değer.
Bu arada film boyunca Tarantino’nun görünmesini bekledim ama gel gör ki bu filmde cameo yok. Yani yönetmen hiç görünmüyor.
Sürekli ırkçılıkla suçlanan Tarantino’nun bu filmde ırkçılık karşıtı mesajlar verdiğini görüyoruz. Usta sinema adamı, “Lincoln’ün mektubu” ile söylemek istediklerini net bir şekilde veriyor. Samuel L. Jackson, yanında sahte bir mektup taşıyor. Sözde, Samuel L. Jackson ve Lincoln mektup arkadaşı imiş ve birbirlerine sayısız mektup yazmışlar. İç savaş biteli çok olmamış ve zenciler (Türkçe’de zenci kelimesi hakaret içermez arkadaşlar.) henüz yeterince itibar görmüyorlar. Samuel L. Jackson bu sahte mektubu taşıyıp herkese Lincoln ile arkadaş olduğunu söyleyerek bir beyaz gibi itibar görüyor. Yani denen şu: “Zenciler o zamanda her ne kadar hakları kanunen verilmiş bile olsa bir beyazın himayesine girmeden itibar göremezdi.” Burada bir handikap var. Sahte mektup arkadaşı olarak köleliği kaldıran kişi, Lincoln, seçilmiş. Ama mektup sahte! Yani aslında Lincoln’ün elinde de toplumu değiştirmek adına bir şey gelmemiş.
Filmin başında sonuna kadar sürekli bir rüzgar-fırtına sesi duyuyoruz. Sanırım bu da bilinç altında üşümemize yol açıyor. Sinemada yanımda oturan arkadaş çıkardığı paltosuna sıkı sıkı sarılınca bundan emin oldum.
Yönetmen, filmin 4. Bölümünde 4. Duvarı yıkıyor ve bir oyuncunun ağzından seyirci ile birebir bağlantı kuruluyor. Hatta oyuncu kameraya dönüp konuşuyor bile! Filmde flashbackler kullanılmış. Daha anlaşılır olmak adına bu yola başvurulmuş olabilir.
Her Tarantino filmindeki gibi bunda da kan var. Patlayan kafalar, kesilen kollar vs. vs.
Her ne kadar ırkçılık karşıtı mesajlar verilse de acaba Tarantino sadece arasının bozuk olduğu zenci topluma yönelik bir mesaj mi verdi diye düşünmedim de değil. Zira filmde Meksikalılara, Samuel L. Jackson’ın ağzından ırkçı yönden bol miktarda saldırı var. Tüm filmlerinde Amerikan sokak kültürünü kullanan ve filmlerini bu dille çeken yönetmenin ırkçılığı dile getirmesi ve oyuncuları aracılığı ile ırkçılık yapması beklenmeyen bir şey de değil.
Posta arabası Minnie’nin dükkanına gelince, yolcuların aracılığı ile oradakileri tanıyor ve tekinsiz bir hava seziyoruz. Rahatsız edici, güvensiz ve vahşi batının çetin yüzünü karşımıza koyan bir hava. Minnie’nin olmadığı bir “Minnie’nin Dükkanı” böyle iken, flashbackde bunun tamamen zıddı, müşterileri ve sahipleri ile sevgi dolu insanlardan oluşan “mutlu bir aile yuvasını andıran” bir ortamla karşılaşıyoruz. Gerilim sahnelerinde sakin müzikler kullanılması gibi, bu örnekte de zıtlıklar öne çıkarılarak yaşanan vahşetin boyutunu daha iyi anlamamız sağlanmış.
Altı at sürebilen kız ise ayrı bir konu. Bu karakterin tavırları ve hareketleri ile vahşi batıya değil, günümüze ait olduğunu düşünüyorum. Özdeşleşmeyi artırmak için bu şekilde kurgulanmış olabilir.
Kilere saklanan katil ise doğrudan doğruya aklımıza Inglourious Basterds filmini getiriyor.
Filmde, “salak” ya da “aptal” gibi manalara gelen “moron” kelimesi “çapulcu” olarak çevrilmiş. Çevirmen, çapulcunun günümüzdeki kullanımına bir gönderme yapıyor gibi.
Yönetmen birkaç noktada yamuk kamera açısı kullanmış. Bilindiği üzere bu açı yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunda kullanılır. Ben iki sahnede bunu yakaladım. İlkinde dikkat edemedim ama ikincisinden sonra gerçekten de yolunda gitmeyen bir şeyler oldu. Birileri öldürüldü. Yamuk kameralar, birilerinin öleceğinin habercisi diyebiliriz.
Film bir sürü soru işareti ile bitiyor ki Tarantino’nun eski filmlerindeki o meşhur çantanın içinde ne olduğunu bilmediğimiz gibi bunları da asla öğrenemeyeceğiz: Acaba kasabada gerçekten 15 haydut var mıydı?, Chris Mannix gerçekten şerif miydi?, Samuel l Jackson, genaralin oğluna gerecekten işkence etti mi?
Oyunculuklar hakkında söylenecek tek şey ise mükemmellik. Daha önce Budd karakteri ile Kill Bill filminden de hatırlayacagımız Michael Madsen bu filmde iyi ve masum bir rolde karşımıza çıksa da filmin sonunda yine o acımasız, kötü ruhunu ortaya çıkarıyor. Samuel l jackson’un oyunculuğu zaten övmeye gerek yok ama Jennifer Jason Leigh bizi oldukça şaşırttı. 73. Altın Küre en iyi yardımcı kadın oyuncu ödülüne adaylığı hiç de sürpriz olmadı ve bize kalırsa kesinlikle onun hakkıydı. Ayrıca film en iyi müzik dalında da Altın Küre ödülü alırken hakkı olmasına rağmen en iyi senaryo ödülü Steve Jobs filmine kaptırdı.
Son sözümüz ise şu: Quentin Tarantino’nun en iyi filmi hangisi karar vermek zor ama en sanatsal filmi kesinlikle The Hateful Eight.